Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Bu sabah hava yumuşak ve rüzgâr yavaştan, yavaştan estiriyor hüznün en yumuşak kadife karanlığını. Balkona çıktım dumanlı dağlara baktım. Onlar da hüznün beyazı ile dolu. Upuzun, sessiz ve yapayalnız… Garip! Hüzünlü değilim! Buna rağmen havanın hüzünlü olması içimi garip bir sevinçle dolduruyor? Derin, derin içime çekiyorum temiz havayı, soğuğunu iliklerime. Ve bir an yalnızca bir an duruyor her şey… Devaju yaşıyorum! Evet, bu anı önceden de yaşadım, havanın kokusu aynı, rengi aynı ve sokakların, rüzgârın süpürgesi ile temizlenmiş, taştan, topraktan kurtulmuş hali. Sabahın erkeni ve etrafta in yok, cin yok, yalnızca kocaman bir sessizlik, oh yalnızlığı ve sessizliği dinleyerek bu yumuşak hüzünlü havada yaşıyor olmak ne harika bir duygu ya rabbimmm? Şükrediyorum yaşama sevinci veren yaratana. Ve bendeniz bunları bundan öncede yaşadım biliyorum. Yine böyle şükretmiştim!?
Sonra… Evet, bu havalar çocukluğumun havaları! İçimdeki çocuk yaşıyor hala?! Ve belki bu yüzden her şeye rağmen yaşama sevincimi yitirmemem! Yaşadığımız zorlu, sıkıntılı, kuşkulu ve korkulu günlerde. Ama hayat işte böyle bir şey; tam uçurumun kenarına gelirsin, bir şey seni geri çeker… Tam mutluluğun doruklarında dolaşırsın, uçurumlar seni özler. Hem derin bir umutsuzluk hayat, hem derin bir hüzün ve yalnızlık, hem kötü vahşi acımasız! Ancak beni korkutmuyor artık. Dayandığım balkon korkuluklarından çekiyorum dirseklerimi, dikleniyorum… Daha derin çekiyorum içime ıslak havayı. Kendimi güçlü ve yenilmez algılıyorum bir gladyatör gibi. “Hayatın dayattıklarını göğsümü gere, gere yaşarım. Korkmam hainlerden, korkmam cahillerden, korkmam ön yargıları kırmaktan, vahşetle savaşmaktan diyorum.
Ne kadar güzel ve özgür bir şey bu… Evet, kendimi özgür bıraktım bu sabah. Bana bunu yaptıran hava. Artık savaş başlıyor. Benim savaşım… Kafaya takmak zorunda kaldığım bütün incik, boncuk, tokayı ve kalın zincirlerimi kırdım herkese açık kapım. Direnmeyeceğim hiçbir şeye. Ve korkmayacağım hiçbir şeyden. Ve yıkılmayacağım.
İlk önce bana kötülük yapanlara açacağım kapımı. Eskiden olsa kapım kapalı kalırdı onlara, hakkımda bir tek kötü şey düşürsünler dillerinden aşırı korumaya alırdım kendimi. Ama şimdi bundan vazgeçiyorum, serbest bırakıyorum kendimi. Bol, bol malzeme bırakacağım onlara, kötüye yoracakları, ağızlarını açıp gözlerini yumarak konuşacakları. Kafalarını bu malzemelerle uzun zaman oyalayacaklar. Onlar benimle temizlesinler yüreklerini vicdanlarını. Ellerinin kirini ve yoğun komplekslerini…
Cehaletlerini benimle örtsünler, beni ayaklar altına alıp yüceltsinler kendilerince adlarını. Sömürsünler bedenimi, aşağılasınlar bilgimi, görgümü, mesleğimi, yeteneğimi, yerleri süpürsünler saçlarımla. Binlerce yıl isterse sövsünler adıma. İnim, inim inletsinler isterlerse, kahretsinler lime-lime dökülsün isterse etlerim.
Ağzımı açmayacağım, aman dilenmeyeceğim. Ve malzemeleri yine bırakacağım onlara… Beni yok ettiklerini sanıkları an. İşte o zaman bir hayalet olarak geri döneceğim. Her an, her yerde olan. Ve özgürlüğün en alasını yaşayacağım. Camlardan girerek, duvarlardan süzülerek. Ne ağırlığım olacak ne hacmim. Ne surat asacağım, ne ağlayacağım. Gülümseyeceğim sadece… Titrek olmayacak bedenim ve karanlıkları beklemeyecek. Ve dileyeceğim ki gerçekten temizlenmiş olsunlar bendenizle. Ve mutlu olsunlar.
Ve işte bazen havalar içimdeki çocukla karşılaşır ve yelken açar düşler âlemine!!! Ve sevgili okuyucularım, şimdilik sağlık ve sevgiyle hep birlikte kalalım, ayrımsız, gayrımsız. Yase
& & & & &
UMUT
Ülkenin batısındaki küçük bir mahallenin bir sokağının neredeyse tamamı ressamlardan oluşmaktaydı. Bu mahallede, üç katlı bodur bir tuğla yığınının tepesinde iki kız arkadaşın stüdyoları bulunmaktaydı. Alt katlarında ise yaşlı bir ressam otururdu.
Günlerden bir gün genç kızın arkadaşı zatürreeye yakalandı. Genç kız günden güne eriyordu. Bir gün, arkadaşı resim yaparken o da yatağında pencereden dışarı bakıyor ve sayıyordu… Geriye doğru sayıyordu; ”On iki” dedi, biraz sonra da ”on bir”; arkasından ”on”, sonra ”dokuz”; daha sonra, hemen birbiri ardına ”sekiz” ve ”yedi”. Arkadaşı merakla dışarı baktı. Sayılacak ne vardı acaba?
Görünürde sadece kasvetli, bomboş bir avlu ile altı yedi metre ötedeki tuğla evin çıplak duvarı vardı. Budaklı köklerinden çürümüş, yaşlı mı yaşlı bir asma, tuğla duvarın yarı boyuna kadar tırmanmıştı.
Dönüp arkadaşına ”Neyin var?” diye sordu. Hasta kız fısıltı halinde ”altı” dedi. ”Artık hızla düşüyorlar. Üç gün önce nerdeyse yüz tane vardı. Saymaktan başım ağrıyordu. Ama şimdi kolaylaştı. İşte biri daha gitti. Topu- topu beş tane kaldı şimdi.” ”Beş tane ne?” diye sordu arkadaşı. ”Yapraklar, asmanın yaprakları. Sonuncusu da düşünce, bende mutlaka gideceğim. Hissediyorum bunu.”
Arkadaşı ona saçmalamamasını söyleyip içmesi için çorba götürdü. Fakat o; ”İşte bir tane daha gidiyor. Hayır, çorba falan istemiyorum. Bununla geriye dört tane kaldı. Hava kararmadan sonuncusunun da düştüğünü görmek istiyorum.. Ondan sonra bende gideceğim.” diyerek cevap verdi. Genç kız uykuya daldığında arkadaşı da alt kattaki yaşlı ressama ziyarete gitti. Bu sırada yaprak olayını da anlattı yaşlı ressama. Yukarı çıktığında arkadaşı uyuyordu. Ertesi sabah hasta kız hemen arkadaşına perdeyi açmasını söyledi. Ama hayret! Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen upuzun gece boyunca aralıksız yağan yağmur ve şiddetli esen rüzgardan sonra, bir asma yaprağı hala yerinde duruyordu.
Sapına yakın tarafları hala koyu yeşil kalmakla birlikte, testere ağzı gibi tırtıllı kenarlarına ölümün ve çürümenin sarı rengi gelmiş olan yaprak, yerden altı yedi metre yükseklikteki bir dala yiğitçe asılmış duruyordu.
”Bu sonuncusu” dedi hasta kız. ”Geceleyin mutlaka düşer diye düşünmüştüm. Rüzgarı duydum. Bu gün düşecektir, o düştüğü an ben de öleceğim.” Ağır, ağır geçen gün sona erdiğinde onlar, alacakaranlıkta bile, asma yaprağının duvarın önünde sapına tutunmakta olduğunu görebiliyordu.
Derken şiddetli yağmur tekrar başladı. Hava yeteri kadar aydınlanır aydınlanmaz, genç kıza hemen perdenin açılmasını istedi. Asma yaprağı hala yerindeydi. Genç kız, yattığı yerden uzun, uzun yaprağı seyretti. Sonra arkadaşına seslendi; ”Münasebetsizlik ettim. Benim ne kötü bir insan olduğumu göstermek istercesine, bir kuvvet o son yaprağı orada tuttu. Ölümü istemek günahtır. Şimdi bana biraz çorba verebilirsin” dedi. Akşamüstü gelen doktor ayrılırken; şimdi bir alt kattaki hastaya bakmam gerekiyor. Yaşlı bir ressammış sanırım. O da zatürree. Yaşlı adam çok ağır bir durumda, kurtulma umudu yok ama daha rahat eder diye bugün hastaneye kaldırılıyor” dedi.
Ertesi gün doktor; ”Tehlikeyi atlattınız, siz kazandınız” dedi. O gün öğleden sonra arkadaşı, iyice iyileşmiş olan arkadaşına alt kattaki yaşlı adamı anlattı. Yaşlı adam iki gün hastanede yattıktan sonra ölmüş. Hastalandığı günün sabahı kapıcı onu, odasında sancıdan kıvranırken bulmuş. Pabuçları, elbisesi baştan aşağı sırılsıklam, her yanı buz gibi bir haldeymiş. Öyle korkunç bir gecede nereye çıktığına akıl sır erdirememişti kimse. Sonra, hala yanık duran gemici feneri, yerinden sürüklene, sürüklene çıkarılmış bir portatif merdiven, bir de üstünde birbirine karışmış sarı, yeşil boyalarla bir palet ve sağa sola saçılmış bir kaç fırça bulmuşlar. O zaman o son yaprağın sırrı da çözüldü. Rüzgar estiği zaman bile yerinden oynamayan yaprak, yaşlı ressamın şaheseriydi. Yaşlı ressam, son yaprağın düştüğü gece oraya bir yaprak resmi yapıp yapıştırmıştı…
Günün Şiiri
Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir şey Var
Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi
Sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten
Sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği
İnsan saatlerce bakabilir gökyüzüne
Denize saatlerce bakabilir, bir kuşa, bir çocuğa
Yaşamak yeryüzünde, onunla karışmaktır
Kopmaz kökler salmaktır oraya
Kucakladın mı sımsıkı kucaklayacaksın arkadaşını
Kavgaya tüm kaslarınla, gövdenle, tutkunla gireceksin
Ve uzandın mı bir kez sımsıcak kumlara
Bir kum tanesi gibi, bir yaprak gibi, bir taş gibi dinleneceksin
İnsan bütün güzel müzikleri dinlemeli alabildiğine
Hem de tüm benliği seslerle, ezgilerle dolarcasına
İnsan balıklama dalmalı içine hayatın
Bir kayadan zümrüt bir denize dalarcasına
Uzak ülkeler çekmeli seni, tanımadığın insanlar
Bütün kitapları okumak, bütün hayatları tanımak arzusuyla yanmalısın
Değişmemelisin hiç bir şeyle bir bardak su içmenin mutluluğunu
Fakat ne kadar sevinç varsa yaşamak özlemiyle dolmalısın
Ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle
Çünkü acılar da, sevinçler gibi olgunlaştırır insanı
Kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına
Dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı
Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına
Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana
Ataol BEHRAMOĞLU
Günün Fıkrası
İki Kere İki
Temel’in oğlu yüzünde üzgün bir ifade ile okuldan gelmiş. Temel bu durumu görünce sormuş: “Ne oldu?”
“Matematik dersinden zayıf aldım.”
“Niye?”
“Öğretmen 2 kere 2 kaç eder dedi, bende 6 dedim.”
“E oğlum, 2 kere 2 dört eder, hadi bilemedin beş eder. 6 nerden çıktı?”
Günün Sözü
Kusur bulmak için bakma birine, bulmak için bakarsan bulursun.
Kusuru örtmeyi marifet edin kendine. İşte o zaman kusursuz olursun.
Kalp denizdir dil de kıyı denizde ne varsa kıyıya o vurur.
Mevlana