Basında Sansürün Kaldırılması

0
13

Günaydın sevgili okuyucularım nalsısınız bu sabah? Dün 24 Temmuz, basında sansürün kaldırılmasının 116’ncı yıldönümü idi. Düşünüyorum. Bir şey kaldırılıyorsa o gerçekten kalkmış oluyor mu? Ben denizce, hayır: ama kalkmış görünebiliyor, lafta, kâğıt üzerinde, falan. Özellikle son yıllarda, basına uygulanan bunca baskı ve yasaklama varken, sansürün kaldırılışını kutlamak komik bir şey gibi geliyor bana.

Aslında kalkan bir şey yok. Ve biz bunu kabul etmesek bile  yinede bir oto sansür geliştirmişiz  içimizde. Ve bütün  özgürlüklerimize rağmen azıcık sıkışınca ona sığınırız. Ancak  buna rağmen yinede düşüncemize, kalbimize sansür koymak  kimsenin yapabileceği bir şey değildir. Çünkü sansürde sanat gibidir ve rutubete benzer. Ne kadar önlem alırsanız alın o yinede sızacak bir yol bulur kendine.

Ve sansür her zaman sanıldığı kadar kötü değildir. Joseph Sobron “Bir insanı zorla susturmak ona bahşedebileceğiniz en büyük onurdur” der. Çünkü onun size karşı olan mükemmelliğini kabul ettiğiniz anlamına gelir. Ve sansürün kaldırılışın 116’ncı yıl dönümünde  diyorum ki aynen Oscar Wilde’nin dediği gibi; “Herkes benim düşünceme katılırsa yanılmış olmaktan korkarım…” Ve sevgili okuyucularım yine düşünüyorum en büyük sansür insanın kendine dayattığı sansürdür.

& & & & &

Geçenler de bir arkadaşımla dertleşiyorduk. (Dertleşmek! Nasılda abartıyoruz ama! Dert kim biz kim?) havadan sudan sayılabilecek “an”lık sıkıntılardan. “Anlar her ne kadar minnacıksalar da hayatın kalitesini artıran ya da birdenbire yok eden en önemli zamanlardır. Ve  “an”lar ömrün toplamı. En güzel, en korkunç en mutlu en mutsuz olduğumuz zamanlar  “anlık “yaşanmışlıklardır. Ve bu anlar çok aceleci su gibi akar gidereler ve sürekli yenilenerek, bazen lav taşırlar bazen inci.  En büyük “en”ler hep anlarda gizli, bakan gözler, atan yürekler, lal diler şakıyan bülbüller için.

“İşte bir an” diyor arkadaşım yaşamla ölüm arasındaki kristal köprü. Ya koşarak geçilir üzerinden hiç ayağı yere değmeden ya da ölüme atlayabilir insan! “Evet” diyorum. Güçlü duramasak Mevlana gibi (o Allah aşkıyla döndü bizse anlık sorunların ağırlığından sersemce delice dönüyoruz.) Ki bu sabah bir an oldu. Dönmek isteği şiddetle sarstı bedenimi. “Eğer ona yenilsem bir daha asla yeniden kendim olamam” dedi arkadaşım. Ve çok şükür ki anlar su gibi dedik ya, hemen aktı geçti ve o istekte eridi gitti içimden

Ve hayat bir andır aslında  yüzyıl sürse de. Ahmet Ada geliyor aklıma Günyenisi küçük kızı şiiri ile. “gün eskiten” sözüne takılıyorum sevincimi bozuk paralar gibi dağıtıyorum. Sözü ile de mest oluyorum.

Ve şimdilik sağlık ve sevgiyle hep birlikte kalalım diyorum her zamanki gibi. Ve sözde değil özde sansürsüz yaşayalım. Yase

& & & & &

35 Yaş

Otuz beşime bastım geçen hafta… İlk yarı bitti : Hayat:1 Ben:0…!!!… Ama belliydi böyle olacağı Nicedir başlamıştı belirtiler: Yolda çocuklar “Amca su topu atıversene” diye seslendiklerinde kuşkulanmıştım ilkin… Sonra saçlarımdaki beyaz teller tescilledi yarı yolun ufukta göründüğünü, Baktım; lise fotoğraflarım sararmış, sınıf arkadaşlarım yaşlanmış. Eski dost sohbetlerinde sağlık ve çocuk konuşulur olmuş, seyahat ve aşk yerine… Gök gibi gürlemeye alışkın müzik setimin ses düğmesini kısar olmuşum, içimdeki uçurtmanın ipini çekercesine… Bizim zamanımızda diye başlayan nutuklar atmaya başlamışım mezuniyet törenlerinde, Hayret daha dün değil miydi benimkisi? Yıllar yılı dudak büktüğüm “ölümden sonra hayat” masallarına kulak kabartmaya başlamışım gizliden gizliye… İple çektiğim Haziranlara sırt çevirmişim. Yaşamın orta sahasına girmişim, irkilmişim… Ruhumun ikizleri yine çekiştiriyorlar kollarımdan; Biri, “daha ne gördün ki” diyor yüzünde papatyalarla, asıl şimdi başlıyor hayat!… Bundan sonrası rahat!” Lakin “Buydu görüp göreceğin” diye efkarlanıyor öteki… ikinci yari geçer hızla, yaslanırsın zamanla… Yaşı genç olanlar 35’e uzak durduklarını sanarak “Sahi oldu mu o kadar? Hiç göstermiyorsun” tesellisindeler. 35’le çoktan tanış olanlarsa “Hayata hoş geldin” pankartlarıyla karşılamadalar… İlk yarı sadece bir ısınmaymış meğer: asıl ikinci yarıda anlaşılırmış tadı, hayatın… kavganın… aşkın… Bense şaşkın… devre arası bilançolarındayım. Son dönemde kim bilir kaç kez eski anıları yaralı ele geçirdim,belleğimin derinliklerinde?… Kim bilir kaç kez kendime yakalandım, kendimden kaçarken?… Ve sustum vicdan sorgularında… Aksi sedamla bile dertleşmedim. Meğer ne yaman serüvenmiş hayat? Bazen yediveren gülleri gibi bereketli… Sanki hayat değil, Körfez Krizi mübarek: Bir koyup, beş alıyorsun… Yaşıyor, seviyor ve seviliyorsun… Bazense kıtlıktan kırılıyor ortalık, şaşıp kalıyorsun…

Oysa herkes bilmezden gelse de -skoru belli oyunun: 30’larda dedeni ve nineni kaybediyorsun, 40’larda anneni ve babanı… Ve 70’lerde kendini… Şimdi devre arası, yolun yarısı… Bugüne dek ancak tanıştık hayatla… Ben ona kendimi tanıttım, O bana kendini… Göğsüme madalya gibi dizdim hatalarımı… Zaferlerim onlar benim, olgunluğumun yapıtaşları… Ve derin bir yara gibi sakladım başarılarımı… Asansör çıkarken yukarı, dönüp bakmadım bile aşağı… Dönmesin diye başım… Ben istikballe arkadaşım… Ne var ki her şey yarım… Hayat da yarım, sevdalar da… Daha diyeti ödenmedi sevinçlerin… İhanetlerin hesabı sorulmadı… Nazım’ın dediği gibi “Kopardım portakalı dalından ama kabuğu soyulmadı, sevdalara doyulmadı…” “Doydum diyen görmedim ki ben zaten…” Lakin gel de zamana anlat bunu…Sahi nedir bu telaş, bu kin? Sanki ölüye can yetiştireceksin… Baktım ikinci yarı kapıda… ve hayatın ceza sahası yakın… Doldurdum bir kara kutuya 35 yılın hesabını. Acılar, sancılar bir çekmecede sevdalar diğerinde… Bir yerde hüzünler ve korkular, bir üstte sevinçler ve zaferler… Kat kat, dizi dizi dizdim kullanılmış takvimlerimi, Sabırla kapattım kutuyu, sevgiyle mühürledim ağzını… İlk yarı bilânçom o benim: Yangında ilk kurtarılacak… Kazada ilk açılacak… Yarımlar tam olduğunda kara kutuyu açıp bakanlar teşhis koyacaklar halime… “Çok mutlu ölmüş, fazla yüksekten uçmuş zavallı” diyecekler Ya da, “Sebepsiz alçalmış… Bile bile vurmuş kendini dağlara!…” Fakat kara kutu ancak bir kısmını söyleyecek hikâyenin… Kalanı benimle gelecek… Dağların yamaçlarına savuracağım en mahrem hatalarımı… Reyhanlar saklayacak sırlarımı… Skoru bir tek Ege’nin suları bilecek… Denize kavuşabilirse eğer içimdeki nehir… HAYAT: 0 BEN: 1

& & & & &

HAYAT

Küçük bir çocuk parkta yürümektedir. Yere bakar ve çimenlerin içinde parıldayan bir sentlik madeni parayı görür. Onu alır, çok heyecanlanır ve sevinir. ‘Bedavadan’ para bulmak onu o kadar memnun eder ki, her dışarı çıktığında daha fazlasını aramak için başını öne eğer ve sürekli yerlere bakınır. Yaşamı boyunca, beş, on, yirmi beş sentlik madeni, hatta birkaç dolarlık kağıt paralar bulur. Hepsinin toplamı 12.96 dolar etmiştir. Bu paraları elde etmek ona hiçbir şeye ‘mal olmamıştır’ ya da kendisi öyle düşünür. Ama gerçek bedel, kaçırdıklarıdır: 30 bin kadar gün batımı, 300’den fazla gökkuşağı, çocuklarının büyümesi, kuşların şakıması, cıvıldaması ve gökyüzünde uçuşması, güneşin doğuşu, insanların gülümsemesi ve daha birçok güzellik. Kafanızı kaldırıp, yaşamın sunacağı gerçek zenginlik ve görkeme hazır olun. Yaşamı dolu dolu yaşayın ve yolculuğunuzun tadına varın.

Günün Şiiri
Günyenisi Küçük Kız

Bir park  kanepesinde oturuyorum deniz
kıyısındaki, burnumda tütüyor
günyenisi küçük kız, bir çocuk kadar
suçsuzum onu sevmekle, bunun için
ilgileniyorum kırgın çiçeklerle

Baktıkça resmine gül açılıyor parmak
uçlarımda, ne çok istiyorum onu
gün eskiten gözleri değdikçe günebakanlara
nasıl da yakıştırıyorum günebakanları
gözlerine

Serçelerle, evet serçelerle geçiyorum
ara sokaklardan, oyun oynuyor toz
duman içinde çocuklar, geçiyorum
içimde hüzne benzer bir duyguyla

Şimdi şuradan koşuyorum
kuşlar kalkıyor koştuğum taşlıklardan
bir aldanış mı yaşadığım yoksa
bilmiyorum ne kadar koşabilirim
eskimez yeşil pabuçlarla gelen aşka

Ey serçe gölgeleriyle lekeli ara sokaklar
nasıl da sendeliyor kalbim küçük
bir kız için, yürüyüp gidiyorum yüzümü
bir Akdeniz çiçeğine gömerek
Sevincimi bozuk paralar gibi dağıtıyorum

Ahmet Ada

Yalnızlığa Övgü

Mutluluğun gözü kördür,
Yalnızlık sağır.
Ondandır biri tökezleyerek yürür,

Öbürü uykusunda bile bağırır.
Mutluluk yalnız kendisini görür;
Unutur bu yüzden ilkin kendisini.

Yalnızlık kendi tutukluğunda özgür,
Boyuna bekler dönsün diye sesini.
Mutluluk alışır kendisine, ölümden beter;

Borçsuzluğuyla övünür, ama kedisi doğurmaz.
Yalnızlığın gidecek bir yeri yoktur;
Boyuna kapısına döner, açan olmaz.

Mutluluğun mezarları, yalnızlığın heykeli var..
Her ikisinin de saksılarında çiçek.
Biri hep başka bir renkle solar,
Öbürüyse ha açtı, ha açmayacak.
Özdemir Asaf

Günün Fıkrası

Bir Fransız bir İngiliz ve bir de Temel bir gemi kazasından sonra ıssız bir adaya çıkarlar. İngiliz kumsalda bir lamba bulur. Fransız bunun Aladdin’in lambası olabileceğini söyler ve lambayı ovuşturur. Gerçektende lambadan bir cin çıkar. “Ne dilerseniz dileyin benden” der. İngiliz “Ben ailemin yanına İngiltere’ye gitmek istiyorum” der. Cin isteği yerine getirir. Sıra Fransız’a gelir. Oda ailesinin yanına Fransa’ya gitmek ister. Onun isteği de yerine gelir. Sıra Temeldedir. Temel biraz düşünür. Cin çabuk olmasını söyler. Temel etrafına bakar ve cin’e dileğini söyler; “Arkadaşlarımda gitti ben bu ıssız adada yalnız kaldım onun için arkadaşlarımı geri getirmeni istiyorum” der.

Günün Sözleri

Herkes benim düşünceme katılırsa, yanılmış olmaktan korkarım.
Oscar WILDE

Bir insanı zorla susturmak ona bahşedebileceğiniz en büyük onurdur. Onun size karşı olan mükemmelliğini kabul ettiğiniz anlamına gelir.
Joseph SOBRAN

CEVAPLA

Please enter your comment!
Please enter your name here