Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Umutsuzluğun derin karanlıklarına gömülmek üzereyken birden gelişen beklenmedik güzel şeyler “pat” diye sizi çekip alabiliyor karanlıklardan aydınlığa, ancak aydınlık değiliz, günlük güneşlik değil, griliğin garip yetersizliği. Örneğin açlık grevlerinin sona ermesi çok güzel bir şey… Ancak konuşulan şeyler, yazılan, çizilen güzelliğin aydınlığına gölge düşüren şeyler. Kaçırılan gazeteci Cüneyt Ünal’ın iade edilmesi ve bunun için Hatay milletvekillerinin de ön ayak olması, daha güzel bir şey. Ancak bunun ardından da söylenen garip sözler güzelliği gölgeleyen şeyler. Ve aslında düşünüyorum ki insanlar güzelliklere dayanıksızlar. Salt güzellik onları korkutur, kuşkulandırır, nedenleri vardır belki. Bilmiyorum ve aramıyorum ama bir tek şunu biliyorum şimdiye dek grilikten hoşlandığım olmamıştır hiç. Bu yüzden aydınlığa çıktığımı sandığım anları hiç kaçırmamaya çalışırım.
Ve şimdi bu zevki hiç sorgulamadan yaşamak istiyorum her şeye rağmen. Dünyada yaşanan bunca vahşet varken. Ve şimdilik sağlık ve sevgiyle hep birlikte kalalım diyorum sevgili okuyucularım. Netten sizin için seçtiğim bir kıssa ve Üstün Dökmen’den bir öykü ile…
& & & & &
Kıssa
Yaşamın anlamını kavramak için dünyayı dolaşmaya çıkan bir genç, gezdiği ülkelerden birinde ünlü bir bilgeyi ziyarete gitmişti. Gezgin genç, bilgenin yaşadığı evde, tüm duvarların kitaplarla kaplı olduğunu gördü.
Fakat evi dikkatle gözden geçirdikten sonra, yerde bir kilim, duvar dibinde yatak olarak kullanılan bir sedir, ortada ise bir masa ve sandalyeden başka evde hiçbir eşyanın olmadığını gördü ve merakla sordu: “Neden hiç eşyanız yok?” dedi. “Koltuklarınız, kanepeleriniz, büfeleriniz… Onlar nerede?”
Bilge, bu soruya karşılık olarak kendi bir soru sordu gezgin gence; “Senin de yalnızca, sırtında taşıdığın küçük bir çantan var, yavrum” dedi. “Peki, senin eşyaların nerede?” Gezgin genç, kendini savunurcasına yanıtladı bu soruyu: “Ama görüyorsunuz… Ben yolcuyum.” Ünlü bilge, hak verircesine güldü: “Ben de öyle, yavrum” dedi. “Ben de öyle…”
& & & & &
Az Ve Öz
Öyküm şimdilik yeni… Eğer yıllar sonra anlatılırsa mutlaka, “Bir zamanlar… ” diye başlayacaklar. Madem
fiyle, eskitilmiş tahtalar gibi, öykümü şimdiden eskiterek başlayalım söze:
Bir zamanlar bir ülkede iki arkadaş varmış. Bunlar pek haylazmış, üstelik sürekli gevezelik ederlermiş. Çevrelerindeki büyükler bunlara o kadar çok “Evladım az ve öz konuşun” demişler ki, sonunda adları Az ve Öz kalmış.
Az, çok haylazmış; Öz de haylazmış ama, iyi–kötü ucundan kenarından okurmuş. Eski Yunan’dan, Eski Roma’dan, Eski Türk’ten kitaplar okurmuş Öz. Aisopos’u bile tanırmış. (Yüz yüze görüşmemişler ama kalpten
tanışmış, o kısa, kambur, kekeme, ama tatlı dilli Aisopos ustayla.)
Neyse lafı uzatmayalım, Az ile Öz günlerden bir gün kötü işlere bulaşmışlar, kötü adamlarla dalaşmışlar. Ve bir gün olanlar olmuş. Haydutlar Az’ın ve Öz’ün gözlerini bağlayıp kaçırmışlar. Öyle az öteye değil; bir araca bindirip günlerce uzaktaki bir yere götürmüşler. Taştan bir odaya kapatmışlar. Odanın duvarında ufak bir pencere varmış. Demirli. Bu pencereden bakınca yalnızca gökyüzü gözüküyormuş. Günlerdir gözleri bağlı yolculuk eden Az ile Öz çok yorgun düşmüşler ve nerede bulundukları konusunda en küçük bir bilgileri yokmuş. Haydutlar iki arkadaşı taş odaya koyduklarında gözlerini açmışlar. Öz hemen uyumuş. Az ne olur ne olmaz diye uyumadan beklemiş. Bir süre sonra Öz uyanmış ve Az’a “Ben uyurken ne oldu?” diye sormuş. Az, hiçbir şey olmadığını söylemiş. Öz “Hiçbir şey duymadın mı, görmedin mi?” demiş. Az, “Hayır, sadece pencereye bir kuş kondu” demiş. Öz heyecanla “Nasıl bir kuştu?” demiş. Az “Bilmiyorum dikkat etmedim, basbayağı bir kuştu, tam göremedim, sadece gagası gözüktü” demiş. Öz “Gagası nasıldı?” diye devam etmiş. Az, “Ne bileyim dikkat etmedim” demiş.
Öz bu duruma çok üzülmüş. “Hay ben sana ne diyeyim; eğer o kuşun gagasına dikkatli baksaydın, şimdi nerede olduğumuzu bilebilirdik” demiş. Az “Saçma, bir gaga çok küçük bir şey. Ona bakıp nerede bulunduğumuzu nasıl anlayabiliriz ki?” demiş.
Öz “Bu dünyada küçük şeyler yoktur. Bakmasını bilen göz için her şeyin bir anlamı vardır” demiş ve devam etmiş: Bu dünyada küçük şeyler yoktur. Bakmasını bilen göz için her şeyin bir anlamı vardır. “Bak eğer kuşun gagası uzun ise bizi Alma’nın (Alma yola çıktıkları kasaba imiş) kuzeydoğusundaki bataklık bölgeye getirmişler demektir. Uzun gagalı kuşlar suyun dibindeki solucanları, küçük kabuklan toplar çünkü, Eğer kuşun gagası, kısa, ince ve sivri ise ağaç kabuklarındaki böcekleri yiyordur; Söğüt Bülbülü’dür örneğin. Bu durumda bizi güneydeki ormanlık bölgeye getirmişlerdir. Eğer gagası eğri, çapraz uçlu ise, çam kozalaklarının pullarını ayıran bir çapraz gagadır. Bu durumda batıdaki çamlık bölgeye getirmişlerdir bizi. Eğer gagası kısa, kalın, güçlü ise tohumların, yemişlerin sert kabuklarını kırıyordur. Bu durumda Alma’nın kuzey batısındayız demektir. Nerede bulunduğumuzu bilmek ise kurtulma yolunda ilk adım olabilir.”
Az duydukları karşısında hayretler içinde kalmış, Öz’e “Küçük bir şeyden böyle büyük sonuçlar çıkarabileceğini hiç düşünmemiştim. İyi de bütün bunları şimdiye kadar niçin bana öğretmedin?” Öz, “Şimdiye kadar böylesine zor durumda hiç kalmadık da o yüzden. Bu dünyada her durumda işe yarayacak küçük bilgiler vardır.
Uygun durumda uygun bilgiyi kullanırsan büyük sonuçlar çıkar ortaya. Küçük, büyüğün anasıdır. Azlık çokluğun özüdür” demiş.
Küçük, büyüğün anasıdır. Azlık çokluğun özüdür.
Kıssadan Hisse (Öyküdeki Önem):
Büyük şeylere küçük adımlarla ulaşılır. Ve insan, bedenine ve dünyaya hapsedilmiştir; taştan bir hücrede gibidir. Çevresindeki pek çok küçük şeyi fark ettikten sonra özgürlüğüne kavuşabilir. Bir gün yıldızlara ulaşabilmek için, bugün yeryüzündeki her şeyi değerlendirmeniz gerekir. Azlık çokluğun özüdür. Ve bir de şu: Evren, bir bütündür, tektir. Belki bu yüzden evrende birbiriyle tamamen ilişkisiz iki şey yoktur. İlişkileri görebildiğinizde, evren kalbini açar size. İşte Az ile Öz’ün öyküsü bunları anlatıyor bize.
Prof. Dr. Üstün Dökmen
Günün Şiiri
Rüzgârı Acıtan Doğu
Geldim
Suskun ve kederli
Bıraktım kendimi toprağına
Kalbim bekle diyordu
Bir tapınak bu geç olmadan.
Ama geciktim
Gölgesi kalmış duvarların
Kendileri gitmiş uzaklara
Doğu diyorum bazan
Rüzgârı acıtan doğu
Yeter mi anlamama.
Avunmak için
Dörtlükler ve haritalar
Topladım çantama
Taşlar biriktirdim
Saçlarımı uzattım kahırla.
Senden konuşan
O tuhaf kalabalığın ortasında
Baktım dağ göllerinin derin uykusuna
Görünen tüm yollara baktım
Gücüm yok
Acıyan yaralarını sormaya
Orada
Tanrının biliniyor kuşlar
Kadınlar tanrının biliyor kuşları
Ve soruyorlar ona
Tanrım ne yaptık sana
Kuşlarının kanatlarını mı kırdık
Ne yaptık sana
Tanrı sessiz
Annem kadar sessiz
Bakarak
Neden bekliyorsunuz burada
Diyordu kalanlara
Ah sevgili ten
Neden bekliyorsun burada
Alıp kokunu git
Git
O acı rüzgârın ardından.
Bejan MATUR
Günün Fıkrası
Dursun Temel’e sormuş; “Uşağum oruçlu oruçlu kaç hamsi yiyepilursun?” Temel; “100 tane” demiş. Dursun; “Hadi oradan yesen yesen 1 tane yersin geriye kalan 99 hamsiyi oruçsuz yersin” demiş. Bu espri Temel’in çok hoşuna gitmiş. Yolda Cemal’i görmüş ve hemen sormuş; “Uşağum oruçlu oruçlu kaç hamsi yiyepilursun?” Cemal; “50” demiş. “Ha uşağum 100 deseydun sana müthiş bir espiri yapacaktum” demiş.
Günün Sözü
Yalnızca başkaları için yaşanan bir hayat yaşanmaya değerdir.
Albert Einstein
Gecenin acısını çekmeyen bilemez sabahın ne kadar tatlı ve kıymetli olabileceğini gözlerine ve kalbine.
Bram Stoker