Eski çağlarda kimya ile uğraşan kişilere simyacı deniyormuş.. Simyacılar, maddenin yapısındaki birleşim, ayrışım, dönüşümleri inceliyor ve “bir tutam davul tozu, bir atım minare gölgesi” kabilinden halt ettikleri (yani karıştırdıkları) ve adına da “iksir” dedikleri karışımla güya maddelerin yapısını değiştiriyorlarmış.. Mesela, döküyorlarmış iksiri bakırın üzerine, oluyormuş altın! Gerçekte altın maltın olmasa da, simyacının “medium”una (yani ortamına) giren insanlar, iksirden yayılan ağır buhur kokusunda büyüleniyorlarmış! Büyünün etkisi ortadan kalkıp sırlanmış sırlar döküldüğünde ise simyacılar (medyumlar da denilebilir), gayet pişkince; “Bugün için zamanın ruhuna uygun yeni haltlarım yani karışımlarım var” diyorlarmış.. Modern çağlarda simyacıların adı değişti, artık kimi şaklaban, kimi şarlatan..
Ya, düşünce alanındaki simyacılar? Mesela kimler? Mesela, adı eski çağlardan kalan ve ortada, ortamda olan anlamına gelen “medianın” haber veya tartışma programlarında “ağır buhur kokan” cümlelerle kavramları birbirine halt ederek (yani karıştırarak) güya tanımları “değiştirdiklerini” zanneden demagog söz medyumları! Kimilerince “medya maymunu” olarak da sıfatlanan, ismi, iksiri, ipliği çoktan pazara çıkmış bu tür aydınların, modern çağ entelektüel literatüründe bir çok farklı adı olabilir.. Bununla birlikte onların cisimlerini, eskimeyen eskilerin tabiriyle, “haltçılar” şeklinde sıfatlayabilir ve TV’lerdeki resimlerine de “halt etme!” deyimini bir alt yazı olarak geçebiliriz.. Bu entellerden birini geçen gün bir haber tartışma programında izledim.. Değişim üzerine sözü olan ve fakat ilkesizliğin normal sonucu trajik savrulmalarla “değişimin diyalektik bütünlüğünden kopan” akademik sıfatı nedeniyle de aydın addedilen o kişinin “popülaritesi” de, “reytingi” de, ses tonu da oldukça yüksekti.. Hakka ve halka yönlenen değil, zamanın ruhuna uygun güce ve güçlüye yanlanan söz konusu aydının, ne tevazu pınarından su içmişliği, ne de mütevazi bahçesinden yol geçmişliği vardı.. O, rüzgara göre yön değiştirme özgürlüğünü ilkede liberallik adına savunurken, bulunduğu her mediada (yani ortamda) diline gelen her şeyi söylemeyi caiz, başkalarının sözünü dinlemeden kesmeyi ise cevaz görmekteydi.. Dolayısıyla o tür kişilere mütecaviz aydın da denilebilirdi..
Öte yandan, metaformoz ile değişimi birbirine karıştıran haltçının, mekanla metalaşan amorf (omurgasız da denilebilir) düşüncelerindeki metaformik değişim, zamanın ruhunu iyi okuduğunun da bir anlamda kanıtı sayılabilirdi.. Fakat ilkede liberallik de bir anlamda ilkesizliğin kanıtı sayılmaktaydı.. Zira kimi “liberal” entelektüeller, ekonomideki “bırakınız yapsınlar” düsturunu, bireyin her mediada (yani ortamda) bedensel haz, istek ve tutkuları da dahil, yapabileceklerini gerçekleştirebilmesi yönünde, hiçbir engel tanımadan, “bırakınız “geçsinler” halinde tezahür etmesi şeklinde yorumluyorlardı.. Ki bu yorumun ilham kaynaklarından biri de, yazdığı Prens adlı kitabında, prenslere, “amaca giden her yol meşrudur” ilkesizliğinin ilke edinmelerini öğütleyen, bu bağlamda da ilkeli aydınlar tarafından “ahlaksızlıkla” itham edilen Makyevel’di.. Ve fakat, “zamanın ruhu” kavramını literatüre kazandıran bilge Hegel, hiç kuşku yok ilkeli bir aydındı.. Bununla birlikte kavramın sahibinin dahi kendi zeitgeist’tini (zamanın ruhu demekti) iyi okuyamadığı da kimi aydınlar tarafından dile getiriliyordu. (Hegel Üzerine Yorumlar, s.94, Çev. Aziz Yardımlı, İdea Y. İst. 1997)
Benim düşünceme göre, değişim de dahil sözü olan akademisyen, sanatçı vd kişilerin aydın sıfatını hak edebilmeleri “ilkeli” olmalarına bağlıydı.. Bu düşüncemin kaynağında, “münzevi” bir yaşamı tercih eden mütevazı aydınlarımızdan Cemil Meriç vardı.. Çünkü o, aydınların soyağacını araştırdığı “Mağaradakiler” adlı kitabında, Gehenno’un; “Entelektüelin ilk vasfı dürüstlüktür” sözünü aktarmış, “arif olan anlar” bağlamında “aydın kime denir?” sorusunu maruf bir şeklide yanıtlamıştı.. (s, 20, Ötüken Y. 1980, İst.) Ki o, zamanın ruhu üzerinden mekanla metalaşan ilkesiz aydınlara karşı, tarafı belli bir kimlik ve kişilikte olmasına rağmen münzevi diye nitelediği yaşamında, kendi deyimiyle “Araf’ta bir aydın” olarak kalmıştı.. Araf’takiler ‘simalarına’ göre taraflarındakileri tarif etmekteydi.. Ve fakat buna mukabil Araf’takiler ne bitaraftı ne de bertaraftı.. Meriç örneği aydınlarımızdan Prof. Dr. Adnan Arslan da, “Entelektüeli entelektüel yapan ilkeli duruştur” diyor, ilkeli duruşu “fikrin çilesi” olarak niteliyor ve ekliyordu: “Rüzgâra göre yön değiştirmeden, doğru bildiği ne ise onu savunarak yol almak!” “Kınayanın kınamasından korkmadan” fikrin çilesine katlanan mütevazı aydınlar, ilkelerini her ne kadar elden geldiğince “inceldiği yerden kopsun” tavrı ile savunsalar da, mücadele sürecinde nezaket ve zarafetlerini de dilden geldiğince korumaya çalışıyorlardı..
İyi, güzel, tamam da, peki kimdi yanlandığı rüzgâra göre yön değiştiren o “mütecaviz” aydın? Neydi, “Dün dündür, bugün bugün! Giden paşam, gelen ağam” türü metaforik sözlerle mekansal tanımda sağda veya solda, zamansal tanımda geride veya ileride meta formik değişimi yaşayan o haltçı entelin adı? Ne diyordu şair? “Uzun söze ne hacet, tarif gerek, Söyleyenden dinleyen arif gerek!”
Selam ve saygılar…