“Beni neden anlamadığınızı size anlatabilirsem, beni anlayabilir misiniz?” Bu soruda söz konusu olan ‘ben’ ben değilim.. Bu soru ve o ben, yazdığı iletişim adlı makalesinde iletişememekten yakınan Prof. Dr. Ahmet İnam’a ait..
“- Amacını anlıyorum. Prensipte son derece haklı olduğunu düşünüyorum. Senin yanlışın nerede biliyor musun? İnsanın kendisini kokuşturmadan, kokuşmuş bir toplumda yaşayabileceğini sanıyorsun. Sonuçta para kazanmayı reddederek ne elde ediyorsun? İnsan şu ekonomik sistemin dışında kalabilirmiş gibi davranmaya çalışıyorsun. Ama olmuyor. Olmaz. İnsan sistemi değiştirmeli ya da hiçbir şeyi.”
Bu konuşma cümlesindeki ‘sen’ de, ben değilim.. Bu cümleler ve o sen, yazdığı 1984 adlı romanla, “insanlığı belleksiz ve muhalefetsiz bir toplum tehlikesine karşı uyaran, kapitalist dünyayı protesto eden” George Orwel’e ait.. Ve onun 1930’lar İngiltere’sinde, sınıf atlayanların bir statü göstergesi olarak evlerinden eksik etmedikleri çiçeksiz bir zambak türü olan aspidistrayı simgesel bir araç olarak kullandığı, Aspidistra adlı romanından.. (Çev. Şemsi Yeğin. s. 253. Can Y. 2005, İst.)
On yıl öncesinden bir anı: Turgay Çelikezen öğretmenimle, “anlam” sözcüğünün kavramsal anlamı üzerinde ille de anlaşmalıyız gibi bir kaygı taşımadan sohbet ediyorduk.. Sohbetin ilerleyen sürecinde, anlamın kavramsallaşma sürecindeki olgusal kanıtlardan bihaber kişilerin anlamsız söz yığınlarından anlam devşirmelerinin anlamsızlığı üzerinde tartışmaya geçince sohbetin anlam boyutu da değişti.. Olgulardan habersiz kişilerin yaşama, topluma ve dünyaya kabul edilebilir bir anlam yükleme safsatasının anlamsız bir yük olduğu yönlü konuşmamız “anlam” ekseninde devam ediyordu.. Ta ki bir arkadaş “anlamsız bir tartışma” cümlesiyle sohbeti sabote edene kadar.. Zira, sohbete dahil olan arkadaşın cümlesi, sohbetin anlamını sohbetin haricinde bırakmıştı.. Sohbetin değişen ev, araba, taksit türü parasal yeni konusuna ilgisiz kalmış, sohbetten sonra odanın da haricinde olmak için gözlerimle kapı boşluğunu yoklamaya başlamıştım.. Turgay Bey, odadan ayrılacağımı anlamıştı.. Tam ayağa kalkarken, kapı boşluğunda anlam arayan bakışlarımı, “en anlamsız anlamlılık, anlamlı bir anlamsızlık değil midir?” sorusuyla yakaladı.. Ayakta kalakaldım.. O anda, Turgay Bey’in yanıt bekleyen gözlerinde kendimi sözlüye kalkmış ve fakat sözsüz kalmış bir öğrenci gibi gördüm..
Turgay Bey’in, “ezber bozan” soru çıkışlarına birçok kez tanık olmuştum.. Anlam üzerine sohbetin konusunu sakızlı cümlelerle değiştiren arkadaş, soruyu; “anlamadım, ne anlamı var şimdi bu sorunun” çıkışıyla kapatıp odadan çıkınca, Turgay Bey; “Hatip ne anlatırsa anlatsın; anlattığı muhatabının anladığı kadardır” cümlesiyle soruyu, “sence de anlamsız mı?” diyerek bana yöneltmişti.. Turgay Bey’e yanıt olarak, “hiçbir soru anlamsız değil ve fakat anlamaktan ne anladığımıza bağlı” demiş ve “anlamaktan ne anladığımı” anlatmaya çalışmıştım..
Anlamak denilince ben, yaşadığımız “an” taneciğinin, an öncesi geçmişle bağlantısını, an sonrası gelecekle ilişkilendirerek zamanın tümlüğüne genelleyip yerleştirebilmeyi anlıyorum.. Geçmişle bağlantılı ve gelecekle ilişkili bu genelleme olgusunu da ‘anlam’ olarak tanımlıyorum.. Ve fakat bununla birlikte, anlamın kavramsal tanımını yapmak, anlamayı anlamak anlamına geldiğini hiç sanmıyorum.. Çünkü ben, anlamayı anlamak için anlamın diyalektik sürecini yaşamak gerektiğine inanıyorum..
Mesela? Mesela, dünü yarına bağlayan bugünün damarlarında, ‘an’ın kalp atışlarını duyumsamaktır yaşamın anlamı.. Bu bağlamda mesela,Tanilli Hoca’nın, “Dünyamız adaletsizliklerle dolu; peki insanların insanca yaşayacakları gerçekten adil ve barışçı bir dünya yaratamaz mıyız?” sorusuna yanıt bulabilmektir anlamın yaşamı..
Son tahlilde ben, senlik benlik kıyasına karşı, Celaleddin Rumi’nin, “Ne ben benim, ne sen sensin, ne sen benim. / Hem ben benim, hem sen sensin, hem sen benim.” dizelerini hatırlatıyor, anlama hayat veren yaşamdan örneklerle “anlaşılmakta anlaşabileceğimizi” düşünüyor, Hz. Ömer’in “inandığın gibi yaşamıyorsan, yaşadığın gibi inanırsın!” ilkesel sözüne, “Güneşi İçenlerin Umudunca” Nazım’dan dizeleri ekliyorum.. “Öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı / yetmişinde bile mesela, zeytin dikeceksin!”
Selam ve saygılar… ozdemirgurcan23@gmail.com