“Akıllı Kimsenin Lisanı Kalbindedir. Düşünerek Söyler…” Hz. Ali

0
727

Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? “Akıllı kimsenin lisanı kalbindedir. Düşünerek söyler” der Hz. Ali. Ancak günümüzde bu söze uyan yok. Hatta bu sözden haberi bile yok çoğu insanın ki söylüyor, sere serpe ağzına geldiği gibi. Aklından mı çıkıyor, kalbinden mi çıkıyor sözleri? Asla ve de katha değil. Ne akıldan ne yürekten; direk art düşünceden, önyargıdan ve içlerinde büyüttükleri nefretten konuşuyorlar. Çünkü nefretle besleniyorlar. Kinle bakıyorlar, ön yargıyla davranıyorlar birbirlerine. Şahsen bendeniz şu an nefretle kuşatıldığımı düşünüyorum. Çünkü varlığım bazılarına çok ağır geliyor. Sözlerim, davranışlarım onların istediği gibi değil. Eğilmiyorum, bükülmüyorum, takmıyorum…

Evet, onları takmıyorum tek kelime ile. Ne sözlerine yanıt veriyorum ne yüzlerine bakıyorum ne de varlıklarından haberdarmışım gibi davranıyorum. Saldıkları nefret bendenize çarpıp onlara geri dönüyor. Kendi silahları ile kendilerini vuruyorlar. Çünkü sonunda bir duvara dönüştürdüler insanları. Ama  ayrımına varmıyorlar ve nefretleri artıyor. Oysa bir saniye düşünseler, kendi yaptıklarını! Sarf ettikleri, direk kalbe saplanan sözleri, eminim nefret uğramazdı yamaçlarına, doluşmazdı kalplerine, zehirlemezdi beyinlerini. Ama düşünmek empati yapmak zor iş. Kimse zoru istemiyor. Ve en kolayı, nefret üretip nefretle beslenmek oluyor. Ve onlara “kolay gelsin” diyemiyorum. “Yazık” diyorum. Kendilerine bunları yaptıran benlikleri, aslında kendi, kendine ne kadar zalimmiş? diye düşünüp üzülüyorum. Onlar için.

Ve sevgili okuyucularım, nefretten, kinden ve önyargıdan uzak  sevgi ve sağlıkla kalalım her zaman ayrımsız gayrımsız hep birlikte. Yase

& & & & & &

Kimsesiz

Her şeyin var olduğu dünyamızda kocaman bir boşluğun içinde olan çocukların neler yaşadığını hiç düşündünüz mü? Daha bir aylık, iki, üç, beş aylık bebekler… Her şeyden habersiz… Sosyal-kültürel veya ekonomik… Nedeni ne olursa olsun, etrafımızdaki tiner çeken, dilendirilen, kapkaççılık, hırsızlık yapan çocuk veya gençlerin artması karşısındaki tedirginliğimiz yadsınmıyor. Bu rahatsızlığın azaltılması yönünde yapılacak çok şeyimiz olsa gerek…

Devletin bu konudaki hassasiyeti kadar, toplumsal duyarlılığın olması da çok önemli… Çünkü bu sorun sadece bir kesimi ilgilendirmiyor. İç içe hepimizi doğrudan ta başından ilgilendiren bir konu. “Sokak çocuklarına” bir “sokak kedisi” gibi bakmadan algılamayı öğrenmek, ileride yeni sorunlar doğurmayacak, sokaklarımız ve bu çocuklar daha güvenilir olacaktır. Sokaklardaki bu kendi hallerinde yaşayan tiner çekerek kimini öldüren, kiminin parasını çalan bu çocukların, gençlerin düzenli bir aile ortamı hatta ailesi olduğunu söylemek mümkün değil. Durumun önemini kavramakta ne kadar gecikirsek, hem bu kesimin çoğalmasını sağlarız, hem de istenmedik olaylarla daha çok karşı karşıya kalırız.

Geçenlerde; kimi zaman bir cami avlusuna, kimi zaman bir bank üzerine terk edilmiş bebeklerin veya daha büyük yaşlarda getirilip bırakılan çocukların yaşadıkları yurtlardan sadece biri olan Ankara’daki Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumu Atatürk Çocuk Yuvası’nı ziyaret ettik. Türk Telekom personelinden bazıları burada yaşayan kimsesiz çocukları bir nebze olsun sevindirmek için giyecek ve oyuncaklardan oluşan hediyeler alarak yurda gittiler. Yurda gidene kadar her şey normaldi. Kimsesiz çocuklara gidiyorduk sadece. Gidiyor olmak normaldi de kapıdan içeri girince her şey birden değişiverdi. Daha bir aylık iki, üç, dört, beş aylık bebekleri gösterdiler: İnsan yüreğinin dayanamadığı görüntülerdi. Dünyadan, olup bitenlerden haberleri yoktu. Kimi uyuyor kimi de boş boş bakıyordu. Ne kadar güzeldiler. Bu bebeklerin geleceğine ilişkin kaygıları bir film şeridi gibi kafamdan geçirdiğimde donup kalmıştım odada tek başıma…

Daha sonra başka gruplardan oluşan bölüme götürdüler bizleri. Yaşları 4-7 arasında bulunan çocukların odasına girince olan oldu. Bütün çocuklar kimi görse “annem gelmiş” diye boynuna sarılıyor ve hiç bırakmak istemiyordu. Ardından daha kötüsü oldu… “Annelerini” sevdikten sonra belki de baba kokusu alacakları kişiye, bana gelmişti sıra.

Saldırıya uğramıştım. “Baba, baba” sesleriyle inliyordu her yer. Ne yapacağımı şaşırmış bir durumda bir onu kucaklıyor bir ötekini kucaklıyordum. Her anlamda yorulmuştum. Ama onlar hala bırakmak istemiyorlardı. Öpüyor, öpüyor öpüyorlardı… Sarılıyorlardı. Daha fazla duramadım ve kendimi dışarı zor attım. Sigara içmeye başladım. 7 veya 8 yaşlarında bir erkek çocuk geldi içeriden yanıma. Onu sanki içeride görmemiştim. “Buraya ilk gelişiniz mi” dedi. “Evet” dedim. Adını sordum, tanıştık. Anlatmaya başladı: “Bizleri zaman zaman koruyucu aileler alır götürürler bir-iki günlüğüne. Sonra dönmek istemezsiniz.” “Neden, burada iyi bakmıyorlar mı size?” “O aileler daha iyi bakıyorlar. Güzel, değişik yerlerde dolaştırıp çeşitli yiyecekler alırlar bize. Ben çocukların içinde en büyüğüyüm. Siz de mi bizi alıp gezdireceksiniz.” Ne evet diyebildim ne de hayır. Bir kelime dökülmedi dilimden. Adı Fatih’ ti…

Bu ismi de büyük bir olasılıkla yurt vermişti. Hiç değilse bir adı vardı. O benim göz bebeklerimin içine bakarken, ben gözlerimi kaçırdım. İlk kez yaşadığım böyle bir durumda kendimi suçlu hissettim. O anda ona “evet” mi demeliydim? Çünkü Fatih’in beklediği cevap oydu. Ezildim, yüreğim burkuldu, o kadar farklı bir durumdu ki… Yukarıda daha kaç tane Fatih gibi duygularda olan çocuk vardı… Fatih hepsinin adına konuşuyordu sanki benimle.. Fatih’e ikinci kaçamağımı “ben yukarı çıkıyorum” demekle yaptım. Aslında ne yapacağımı da bilmiyordum. Arkadaşlar getirdikleri giysileri tek tek kendi elleriyle giydiriyorlardı çocuklara. Burada tam bir bayram günü yaşanıyordu. Çocukların sevinçleri koridorları inletiyordu. Fotoğraflarını çekerken, kapının önünde Fatih’in konuşmaları aklıma geliyor. Derken anne gibi sarılıp kokladıkları arkadaşlardan sonra yeniden bana yöneliyor çocuklar. İşte o zaman benim şaşkınlığım iki katına çıkıyor, adeta depremde enkazın altında kalıyorum, duygularım beni fazla ele vermeden arkadaşlara “dönüyor muyuz” dediğimi hatırlıyorum. Buraya gelmeden önce ne yaşayacağını bilmeyen bizleri şimdi daha zor bir durum bekliyordu: Gerçek ana babalarını belki de hiç tanımayan bu çocukların o kısacık sürede bize üstlendirdiği sorumluluğun yükü ağır basıyor…

Ben, “Fatih başka neler söylemek istemişti acaba” diyerek düşüne duracağım. Belki Onu büyümüş bir meslek sahibi olmuş olarak göreceğim. Ama bir yandan da kendi çocuğumun ne kadar şanslı doğduğunu düşündürüyor Fatih bana… İyi de bu çocukların günahı neydi?! Neden onlar da şanslı değildiler?! Hele o minicik pamuk elli bebekler… Neden onlar ana sütünü, sıcaklığını ve baba şefkatini görmesinler?! Onları o kadere terk eden anne-babası ne kadar suçlu, biz ne kadar suçluyuz? O çocuklara oyuncak, giysiler alıp ve lunaparklara götürerek kısa süreli sevinçler yaşatabiliriz. Ama gerçek ana babasının yerini doldurabilir mi bu yapılanlar? O yurdun kapısı belli ki herkese açık. Ve bizden sonra da oraya gidenlere de sarılacak bu yavrular. Anne ve baba sesleri yine çınlayacak. Ve sorular sorulacak. Kaçamaklar yaşanacak. Asıl önemlisi ne zaman gerçek ana babaları onları koklamaya, sevmeye ve oradan alıp götürmeye gelecek… Gelecekler mi?

Günün Şiiri

İnce Bir Hançer

Issız bozkırda usul esen

yaz yelidir hançer

Bütün eski kalıtların yanılmaz

belleğidir hançer

Ayrı kalınca kınından yitik

gümüş kabzasıyla

Zaman içinde çürüyüp gidecek

eğri demirdir hançer

Yıkım günlerinde odur öfkeli

imgesi şairlerin

Pul pul döker pasını birden

umutla devinir hançer

Ay ışığını sever ne de olsa

gecenin dostudur

En çok bir kadın koynundaysa

sevinir hançer

Islak bir parıltı ya da kan

izi bırakır ardında

Yasak sevişmelerin ölümcül

bedelidir hançer

Ne zaman kaygan bir kın

içinde düşünsem onu

Şiirin ipeksi dokusuyla

kendine bilenir hançer

Ahmet UYSAL

Günün Fıkrası

Adil Paylaştırma 

Aslan, kurt ve tilki arkadaş olup avlanmaya çıkmışlar. Günün sonunda, bir öküz, bir keçi ve bir de tavşan avlayan kafadarlar avlarını bir mağaraya getirmişler. Aslan kurda dönerek; “hadi bakalım!” demiş. “Şu hayvanları paylaştır da karnımızı doyuralım.”

Kurt ezile büzüle; “Ey büyük sultanım!” demiş. “Şu öküzü siz buyurun, keçi benim, tavşan da tilki kardeşin olsun.” Aslan birden çok kızmış ve “Bire küstah”  demiş. “Sen kim oluyorsun? Ben varken sana pay etmek düşer mi?” sonra da, bir pençe darbesiyle kurdu yere sermiş. Bu kez tilkiye dönüp; “Öyle aval aval bakma da paylaştır şu avları bakalım” demiş. Tilki; “Haşmetli sultanım!” diye başlamış söze. “Pay etmek haddim değil ama madem emir buyurdunuz söyleyeyim. Tavşan sabah kahvaltınız, öküz öğlen yemeğiniz olur. Keçiyi de akşam yersiniz.”

Aslan bu paylaştırmadan çok hoşlanmış ve tilkiye, bu kadar adil paylaştırmasını nereden öğrendiğini sormuş. Tilki de; “Yüce efendim!” demiş. “Şu haddini bilmez kurdun halinden öğrendim.”

Günün Sözleri

Söylesem tesiri yok, sussam  gönül razı değil.

Fuzuli

Edepli edebinden susar. Edepsiz,  ben susturdum zanneder.

Mevlana

Dünya gözü ile bakan, yüzü; gönül gözüyle bakan, özü görür.

Mevlana

Nasibinde varsa alırsın karıncadan bile ders. Nasibinde yoksa bütün cihan önüne serilse sana ters.

Mevlana

CEVAPLA

Please enter your comment!
Please enter your name here