Acılar Dilsizdir…

0
30

Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Ben denizi sorsanız annemi ikinci kez yitirmenin derin acısı ve tevekkül arasındayım. Tabi ki sabır veriyor Allah ama ayrılık yakıyor yürekleri. Evet yaş baş büyük ancak yaşı kadar büyüktü, ikinci annem canımın içi teyzem. Son sözleri “nasılsın hayatım seni özledim” diyen 96 yaşında, sevgi dolu, alçak gönüllü, olgun, ince, zarif, yaşına rağmen mantıklı, ilgili, küçüğe, büyüğe saygılı ve teşekkürü dilinden düşürmeyen bir abideydi o ve şimdi “bir varmış bir yokmuş” oldu. Ancak var yâ da yok olmak bedensel bir olgudur. Yok, olmayan ardında bıraktığı tatlı bir sedadır bazı insanların ve teyzemin ardında bıraktığı tatlı seda bizimle birlikte mezara kadar gider inşallah.

Bazı acılar dilsizdir. Bazıları konuşturur. Anımsarsanız daha dün gibiydi abimi yitirdim. Kankamı, can dostumu, yüreğimin yarısını. Ama o günden beri hiç konuşmadım, yazmadım, dile getirmedim, paylaşmadım, içten içe yandım. İnsan yanında annesi olunca daha dayanıklı olur, ona sığınır, geniş göğsünde dinlendirir yüreğinin sızısını ama o gidince! İşte şimdi o durumdayım. Başımı yaslayacağım göğüs yok şimdi. Ah ya, insan ne kadar bencil… Hep kendini düşünür.

Şimdi o gitti, tertemiz adı, tatlı sedası ve dudaklarda bir gülümseme kaldı. Onu anımsamak demek, dudakta bir gülümseme, gözlerde acı dolu bir neşe, nur içinde uyu demek, ne kadar güzel! İnşallah bizde onun gibi bir tebessüm, yanakta bir gamze oluruz.

Adına, şanına uygun oldu cenazesi, duyan geldi, hep bir gülümsemeyle. O ne kadar alçak gönüllü idiyse gelenlerde öyleydi, ölümün soğuk yüzü yoktu, sıcak, sevecen gülüşü vardı herkesin yüzünde. Teyzemin tamda istediği gibi ve eminin herkese bol bol teşekkür ederdi bu yolculukta ona yarenlik ettikleri için. Ve bendeniz onun ve ailenin yerine herkese çok teşekkür ediyorum.

Başta geniş ailesi ki torunun torunu vardı ve hepsi bir mücevher parçası, bir yıldız gibi parıldayarak yanındaydılar. Başta en büyük torunu Bülent Kırmızıoğlu ve diğerleri. Kendi adıma ve bütün aile adına cenazeye katılan eş, dosta tanıdık tanımadık siyasi ya da gayri siyasi olan herkese çok çok teşekkürler ediyoruz. Ayrıca cenazeye katılıp tabuta omuz veren sayın belediye başkanımıza ve taziyeye gelen milletvekili Suzan Şahin hanımefendiye, Riyad Kırmızıoğlu ve eşine ve diğerlerine çok teşekkür ediyoruz.

Ve sevgili okuyucularım ölüm Allah’ın emri ayrılık olmasaydı diyor şair. Âmâ her ikisi de oluyor eğer yaşıyorsak bunları öyle ya da böyle göreceğiz.  Ve şimdilik sağlıkla, sevgiyle kalalım, ayrımsız, gayrım sız. Yase

& & & & &

Suya sabuna dokunmadan masal anlatma zamanlarındayız ya, hadi bir hikaye okuyalım hep birlikte o zaman yeni hazırlamakta olduğum kitaptan.

Küçük Yabancı

Evvel zaman içinde kalbur zaman içinde, kalburun üzerinde kalan bir buğday tanesinin yeşerip hayat verdiği, güzel bir deniz kasabasında, kalabalık ailesi ile birlikte bahçeli büyük bir evde yaşayan küçük bir kız vardı. Gece gibi kara, kuzey yıldızı gibi parlak uzun saçları vardı. Yeşil, lacivert menevişli, ceylan gibi çekik gözleri vardı. Bu gözlerin biri sevgi diğeri hayretle bakardı. Bazen bebek kadar masum bakan bu gözler yavrularını çölde yitirmiş bir hayvanın acısını taşırdı, yeşil mavi menevişlerinin derinliğinde! Tombul yanaklarında derin gamzeleri olan hem çok güzel hem de gizemli olan bu kızın abileri, ablaları vardı, bir de küçük kız kardeşi. Daha okula gitmeden okumayı öğrenmişti.

Abilerin masal kitaplarını okurdu ve eline geçen her şeyi. Kimse bilmezdi okumayı bildiğini, annesi bile. Babasının her zaman kapalı olan yeşil panjurlu odasında koltukların birinin ardına saklanır, kitaplarını orada okurdu, bazen odayı temizlemeye gelenlerden görünmeden kaçmayı çok iyi bilirdi. Gizli okurdu çünkü okuduğu anlaşılırsa belki okula gitmesine izin verilmez diye korkardı. Çok konuşmazdı ama hazır cevaptı sanki büyümüşte küçülmüş gibi. Yaşıtlarından hatta büyüklerinden bile daha büyüktü, duruşu, ciddiyeti ve zekâsı. Ancak garip bir şekilde yabancıydı! Kendine, ailesine, sevdiği ve yaşadığı her şeye… Sanki yer ve mekânın olmadığı, zamanın çok ötelerinde bir yerden geliyordu çok sevdiği bahçesi abisi ve kardeşi bile yabancıydı ona. Hem onlar vardı hayatında hem de yoktu. Kendisi de hem vardı hem yoktu.

Gözleri güzel, nazlı, çok zarif bir hayvanın adı ile çağrılan bu değişik küçük kızın sokaklarda bir şeyler arar gibi dolaşma huyu vardı. Kulaklarında bir flüt sesi yankılanırdı zaman zaman, masallardaki fareli köyün kavalcısının flütüne benzettiği bu sese hiç kayıtsız kalmayarak nerde olursa olsun ne yapıyorsa yapsın bırakıp sokağa fırlardı.

Sokaklarda dolaşmak o zamanların çocuklarının pekte cesaret edemeyeceği bir şeymiş! Ama o evlerin arka bahçesinde amcasının kendi yaşındaki çocukları ve kardeşi ile birlikte oynarlarken bile o garip sesi duyunca usulca oradan uzaklaşır hayal gibi süzülerek sokağa çıkardı. Ara sokaklarda bir şeyler arar gibi dalgın dalgın dolaşırdı. O zaman gözleri nedense vahşi ve acı dolu olurdu, sorsanız ne aradığını o da bilmezdi.  Böyle dolaşırken zamanı, mekânı unuttuğu için annesi, abileri sürekli onu aramak zorunda kalırlardı. Annesi çok korkardı ortadan yok olduğunda, bu yüzden sokağa bakan bahçe kapısını her zaman kilitli tutmaya çalışırdı. Ama o illa çıkacak bir yer bulurdu. Neden kaçardı, ne arıyordu, kimse bilmezdi. Kendisi dâhil yalnızca korkarlardı, işin kötüsü o da korkardı ama sinmezdi. Kaçma işini abarttığında annesi onu ayağından bağlamak zorunda kalırdı. Hiç itiraz etmeden bağlanmayı kabul ederdi. Kendini suçlu hissederdi sanki ezelden beri suçluymuş gibi? Annesini korkuttuğu için bir kez daha cezayı hak ettiğini bu yüzden seve seve katlanırdı cezaya. Bu sevimli olağan üstü ciddi ve hayretle bakan gamzeli küçük kızın yalnız kulakları değil burnu da çok keskindi. Bazen bahçede dolaşırken bir koku alırdı tarif edemediği ve o kokuyu takip ederken bütün bahçeyi dolaşırdı yorulduğunda bahçelerindeki ağır gölgeli gürgen ağaçlarından birinin altına tüner, gökyüzüne tırmanmaya çalışan yıldızları izlerdi, acele, acele tırmanırlardı sanki yerlerini birileri alacakmış gibi. Eğlendirirdi onların telaşı kızı. Bazen aralarından biri yerinden hızla kayarak gecenin karanlığına gömülürdü. Ona yıldız kayması diyorlar? Dilek tutarsa dileği tez gerçekleşir mi bilmiyordu. Yalnızlığın yumuşak siyah puf, puf battaniyesine sarıldığında dilek tutmak aklına bile gelmezdi zaten. Çok güzel gözleri olan sevimli bir hayvanın adı ile çağrılmasına rağmen adı olmayan bu dünyalar tatlısı kızın birde korkuları vardı, kocaman kocaman gerçek olamayacak kadar çok neden, niçin korkardı onu da bilmezdi. Bu yüzden bütün dalgınlığına rağmen ürkek bir serçe gibi sürekli arkasını kollardı. Kulakları kurt kulağı gibi keskindi. En ufak bir gürültüde gardını alırdı, en büyük korunağı alçak ahşap evlerin yeşil panjurlarıydı. Tehlike sezinleyince vahşi bir kertenkele gibi hemen pencereye tırmanırdı, panjurları üzerine örterdi, kalbi deli gibi atardı, kulaklarında dili damağı kururdu, korkusu geçip gidince ancak atlardı sokağa. Oysa tırmanmayı bilmezdi. Özelikle öyle pencerelere falan ancak korkunca sanki önceden öğretilmiş gibi rahatlıkla tırmanırdı hatta daha başka şeylerde yapardı örneğin tazı gibi koşar saklanacak yerleri kendi yöntemi ile bulurdu.

Evden kaçtığı günlerden bir gün sokaklarda dolaşmaktan yorgun argın döndüğünde erkenden yatağa girdi, her zamankinden daha çok kendini yalnız ve terkedilmiş hissediyordu. İçinde garip bir şeyler oluyordu, nefes alamıyor gibi, omuzlarında tonlarca ağırlık varmış gibi midesinde sinekler uçuyormuş gibi! Büyükler buna garip bir önsesi derdi zahir?  Arkası Yarın

Günün Şiiri

Bir Gemici Türküsü

Rüzgâr,

yıldızlar

ve su.

Bir Afrika rüyasının uykusu

düşmüş dalgalara.

Işıltılı, kara

bir yelken gibi ince

direğinde geminin.

Geçmekteyiz içinden

bir sayısız

bir uçsuz bucaksız yıldızlar âleminin.

 

Yıldızlar

rüzgâr

ve su.

Baş üstünde bir gemici korosu

su gibi, rüzgâr gibi, yıldızlar gibi bir türkü söylüyor,

yıldızlar gibi

rüzgâr gibi

su gibi bir türkü.

Bu türkü diyor ki, «Korkumuz yok!

İnmedi bir gün bile gözlerimize

bir kış akşamı gibi karanlığı korkunun.»

Bu türkü

diyor ki,

«Bir gülüşün ateşiyle yakmasını biliriz

ölümün önünde sigaramızı.»

Bu türkü

diyor ki,

«Çizmişiz rotamızı

dostların alkışlarıyla değil

gıcırtısıyla düşmanın

dişlerinin.»

Bu türkü diyor ki, «Dövüşmek..»

Bu türkü diyor ki, «Işıklı büyük

ışıklı geniş ve sınırsız bir limana

dümen suyumuzda sürüklemek denizi..»

Bu türkü diyor ki, «Yıldızlar

rüzgâr

ve su…»

 

Baş üstünde bir gemici korosu

bir türkü söylüyor;

yıldızlar gibi

rüzgâr gibi,

su gibi bir türkü…

Nazım Hikmet

Ceviz Ağacı

Başım köpük köpük bulut, içim dışım deniz,
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı\’nda,
Budak budak, şerham şerham ihtiyar bir ceviz.
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.

Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı\’nda.
Yapraklarım suda balık gibi kıvıl kıvıl.
Yapraklarım ipek mendil gibi tiril tiril,
Koparıver, gözlerinin, gülüm, yaşını sil.
Yapraklarım ellerimdir, tam yüz bin elim var.

Yüz bin elle dokunurum sana, İstanbul\’a.
Yapraklarım gözlerimdir, şaşarak bakarım.
Yüz bin gözle seyrederim seni, İstanbul\’u.
Yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım.

Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı\’nda.
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.

Nazım Hikmet

Günün Sözü

Dost acı söyleyen değil acıyı tatlı söyleyebilendir.
Mevlana

CEVAPLA

Please enter your comment!
Please enter your name here