Günaydın sevgili okuyucularım, nasılsınız bu sabah? Eski Nardüzü Belediye Başkanı Sayın Ahmet Şanlı ve eşinin ölüm haberi ile şok olduk dün akşam. İskenderun’un, tanımış, bilinen ve sevilen bir ismi Ahmet Şanlı’nın eşi ile öldürülmüş olarak bulunması yakınları ve onları tanıyanları derin bir şaşkınlık ve dehşetle düşürdü. Olayın intihar mı, dıştan bir saldırı mı olduğu bilinmiyor. Ancak her iki durumda da çok ama çok üzücü… Ve düşündürücü.
Evlatlarına, yakınlarına ve dostlarına sabır dilemekten başka bir şey gelmez artık elden. Keşke böyle olmasaydı. Ölüm hak ama böyle gelmeseydi.
Ve sevgili okuyucularım dünya aslında çıldırmış sanki. Amerika’da dün ki Boston maratonu saldırısı da buna örneklerden biri. Boston maratonda iki bomba patlamış, 100 kişiden çok yaralı üç kişi hayatını yitirmiş. Bundan önceki okul katliamında öldürülen 26 cana ithaf edilen Maraton ne yazık ki yine kana bulanmış. Nasıl bir şey bu anlamak mümkün değil. Failler bulunacak hesap sorulacak diyor başkan Obama ama giden gider yapacak şey yok! Katliamlar yetmezmiş gibi twitlere düşen şiddet yazıları? Ne oldu biz insanlara böyle? Hiçbir şey umurumuzda değil artık sanki, öldürmek, yaralamak, intihar etmek sıradanlaştı, yerimiz daraldı, sabrımız taştı, tahammülsüzlük, birbirimize katlanma katsayımız yerle bir oldu. Bahar yağmurlarını, turunç portakal çiçeği kokularının, sarıpapatyaları kırmızı gelincikleri görmez olduk, varsa yoksa kin, nefret… Sanki havada asılmış nefret, elimizi uzatsak avuçlayacağız.
Oysa nedir paylaşmadığımız bir düşünsek. İki dakika bir lahza yeter. Hiçbir şeyin birbirimizi kırmaya, öldürmeye, hırpalamaya değmeyeceğini anlardık. Ama düşünmek en az yaptığımız şey ve ne yazık ki düşüncede en kötüsünü düşünmek alışkanlığı edindik. Düş kurmak bile istemiyoruz sevgiye dair, unuttuk çünkü sevmeyi sahi sevmek neydi ya? Birbirimize seni seviyorum derken gerçekten onu ruhumuzda algılıyor muyuz? Çok kuşkuluyum bundan ancak gün geçiriyoruz birlikte sadece yalnızlıktan korktuğumuzdan. Alışkanlıklarımız, görgümüz ve terbiyemiz sevginin önüne geçti sevmek eylemi kayboldu eridi bunların arasında, özgür düşünmek özgür yaşamakta kendi ağlarımıza takıldı. Kendimizi kurtarmaya çalıştıkça dolanıyoruz.
Ve sevgili okuyucularım debelenirken kendi ağlarımızda zaman geçiyor bazı değerler akıp gidiyor elimizden biz ayrımında olmuyoruz. Örneğin bir çınardı eski mahalle muhtarız sevgili Naim Çamak abimiz. Onu da yitirdik geçtiğimiz günlerde, insafsız bir hastalık onu aldı gitti sevdiklerinden. Mekanı cennet olsun.
Ve daha birçok çınarımız var hasta yatağında azıcık ilgi bekleyen. Eğer sıyırabilsek kendimizi kendi ağlarımızdan belki yararlı bir şeyler yapabiliriz. Gönül almak gibi… Gülümsemeyi yeniden öğrenmek gibi… Belki sevmeyi de anımsarız belki aşkı bile bulabiliriz olmaz mı yani?
Ve sevgili okuyucularım keşke inancımızı da çocukluğumuzda olduğu gibi içimizde yaşayabilmeye devam edebilseydik. Sessiz ve sakin… Onun üzerinden prim yapmasaydık.
Dün manşetlerdeydi cinci hocalar bu günde. Kime kızmalı bilmiyorum ki onlara inanan görmüş geçirmiş insanlara mı yoksa cincilere mi? Arz talep işi zahar. Yani prim veren olmasa bu insanlar bu işlerle uğraşırlar mı? Ama düşünüyorum ki her zaman bu din simsarları vardı. Şimdide var olmaya devam ediyor. Bu durumda inancımız da sorgulamamız gerekiyor zahar? Gerçek inanlar bu tür oyunlara gelir mi? Bilmiyorum? Neyse bu ne ilkti ne son olacak bunu biliyorum. Hala faldan muskadan medet umanlar oldukça polis kardeşlerimize de iş düşecek. Kolay gelsin. Ne diyelim Allah ıslah etsin hepimizi. Ve sevgili okuyucularım sağlık, sevgi, birlik ve beraberlik içinde kalmak umudu ile hoşça kalalım diyorum şimdi… Yase
Günün Şiiri
GİTMELERİN MEVSİMİ
Bugünlerde herkes gitmek istiyor.
Küçük bir sahil kasabasına,
Bir başka ülkeye, dağlara, uzaklara…
Hayatından memnun olan yok.
Kiminle konuşsam aynı şey…
Herşeyi, herkesi bırakıp gitme isteği.
Öyle “yanına almak istediği üç şey” falan yok.
Bir kendisi.
Bu yeter zaten.
Herşeyi, herkesi götürdün demektir.
Keşke kendini bırakıp gidebilse insan.
Ama olmuyor.
Hadi kendimize razıyız diyelim, öteki de olmuyor.
Yani herşeyi yüzüstü bırakmak göze alınmıyor.
Böyle gidiyoruz işte.
Bir yanımız “kalk gidelim”,
öbür yanımız “otur” diyor.
“Otur” diyen kazanıyor.
O yan kalabalık zira…
İş, güç, sorumluluk, çoluk çocuk, aile,
Güvende olma duygusu…
En kötüsü alışkanlık.
Alışkanlığın verdiği rahatlık,
Monotonluğun doğurduğu bıkkınlığı yeniyor.
Kalıyoruz…
Kuş olup uçmak isterken, ağaç olup kök salıyoruz.
Evlenmeler…
Bir çocuk daha doğurmalar…
Borçlara girmeler…
İşi büyütmeler…
Bir köpek bile bizi uçmaktan alıkoyabiliyor.
Misal ben…
Kapıdaki Rex’i bırakıp gidemiyorum.
Değil bu şehirden gitmek,
İki sokak öteye taşınamıyorum.
Alıp götürsem gelmez ki…
Bütün sokağın köpeği olduğunun farkında,
Herkes onu, o herkesi seviyor.
Hangi birimizle gitsin?
“Sırtında yumurta küfesi olmak” diye bir deyim vardır;
Evet, sırtımızda yumurta küfesi var hepimizin,
Kendi imalatımız küfeler.
Ama eğreti de yaşanmaz ki bu dünyada.
Ölüm var zira.
Ölüme inat tutunmak lazım,
İnadına kök salmak lazım.
Bari ufak kaçışlar yapabilsek.
Var tabii yapanlar, ama az.
Sadece kaymak tabakası.
Hepimiz kaçabilsek…
Bütçe, zaman, keyif… Denk olsa.
Gün içinde mesela…
Küçücük gitmeler yapabilsek.
Ne mümkün.
Sabah 9, akşam 18
Sonra başka mecburiyetler
Sıkışıp kaldık.
Sırf yeme, içme, barınmanın bedeli
Bu kadar ağır olmamalı.
Hayatta kalabilmek için bir ömür veriyoruz.
Bir ömür karşılığı, bir ömür yani.
Ne saçma…
Bahar mıdır bizi bu hale getiren?
Galiba.
Ben her bahar aşık olmam ama
Her bahar gitmek isterim.
Gittiğim olmadı hiç,
Ama olsun…
İstemek de güzel
Can YÜCEL
EĞER
O kadar da önemli değildir bırakıp gitmeler,
arkalarında doldurulması
mümkün olmayan boşluklar bırakılmasaydı eğer.
Dayanılması o kadar da zor değildir, büyük ayrılıklar bile,
en güzel yerde başlatılsaydı eğer.
Utanılacak bir şey değildir ağlamak,
yürekten süzülüp geliyorsa gözyaşı eğer
Yüz kızartıcı bir suç değildir hırsızlık,
çalınan birinin kalbiyse eğer.
Korkulacak bir yanı yoktur aşkların,
insan bütün derilerden soyunabilseydi eğer.
O kadar da yürek burkmazdı alışılmış bir ses,
hiçbir zaman duyulmasaydı eğer.
Daha çabuk unuturdu belki su sızdırmayan sarılmalar,
kara sevdayla sarıp sarmalanmasalardı eğer.
Belirsizliğe yelken açardı iri ela gözler zamanla,
öylesine delice bakmasalardı eğer.
Çabuk unutulurdu ıslak bir öpücüğün yakıcı tadı belki de
kalp, göğüs kafesine o kadar yüklenmeseydi eğer.
Yerini başka şeyler alabilirdi uzun gece sohbetlerinin,
son sigara yudum yudum paylaşılmasaydı eğer.
Düşlere bile kar yağmazdı hiçbir zaman,
meydan savaşlarında korkular, aşkı ağır yaralamasaydı eğer.
Su gibi akıp geçerdi hiç geçmeyecekmiş gibi duran zaman,
beklemeye değecek olan gelecekse sonunda eğer.
Rengi bile solardı düşlerdeki saçların zamanla,
tanımsız kokuları yastıklara yapışıp kalmasaydı eğer.
O büyük, o görkemli son, ölüm bile anlamını yitirirdi,
yaşanılası her şey yaşanmış olsaydı eğer.
O kadar da çekilmez olmazdı yalnızlıklar,
son umut ışığı da sönmemiş olsaydı eğer.
Bu kadar da ısıtmazdı belki de bahar güneşleri,
her kaybedişin ardından hayat yeniden başlamasaydı eğer.
Kahvaltıdan da önce sigaraya sarılmak şart olmazdı belki de,
dev bir özlem dalgası meydan okumasaydı eğer.
Anılarda kalırdı belki de zamanla ince bel,
namussuz çay bile ince belli bardaktan verilmeseydi eğer.
Uykusuzluklar yıkıp geçmezdi, kısacık kestirmelerin ardından,
dokunulası ipek ten bir o kadar uzakta olmasaydı eğer.
Issız bir yuva bile cennete dönüşebilirdi belki de,
sıcak bir gülüşle ısıtılsaydı eğer.
Yoksul düşmezdi yıllanmış şarap tadındaki şiirler böylesine,
kulağına okunacak biri olsaydı eğer.
İnanmak mümkün olmazdı her aşkın bağrında bir ayrılık gizlendiğine belki de,
kartvizitinde ‘onca ayrılığın birinci dereceden failidir’ denmeseydi eğer.
Gerçekten boynunu bükmezdi papatyalar,
ihanetinden onlar da payını almasaydı eğer.
Issızlığa teslim olmazdı sahiller,
Kendi belirsiz sahillerinde amaçsız gezintilerle avunmaya kalkmamış olsaydın eğer.
Sen gittikten sonra yalnız kalacağım.
Yalnız kalmaktan korkmuyorum da,
ya canım ellerini tutmak isterse…
Evet Sevgili,
Kim özlerdi avuç içlerinin ter kokusunu,
kim uzanmak isterdi ince parmaklarına,
mazilerinde görkemli bir yaşanmışlığa tanıklık etmiş olmasalardı eğer!!
Can YÜCEL