17 Nisan 1940’ta çıkartılan yasayla kurulmuştu Köy Enstitüleri.. Yasa görüşülürken, “Bu nereden alınmıştır?” diye soran Karabekir Paşa’ya, ME Bakanı Hasan Ali Yücel şu yanıtı vermişti; “Kimseden almadık, bu bizimdir!”
Bizimdi Köy Enstitüleri.. “Kökü dışarıda” değildi yani.. Ki, bize ait olan Köy Enstitüsü kavramı, ABD Colombia Üniversitesinden Fay Kirby’in doktora tezine konu olmasıyla girmişti Dünya Eğitim Literatürü’ne.. Günümüz eğitim literatüründe geçen yaparak yaşayarak öğrenme, etkin öğrenme, ezbersiz öğrenme, işbirliğine dayalı, tam öğrenme, problem çözme temelli, proje tabanlı öğrenme gibi kavramlar Köy Enstitüleri’nde var olan kavramlardı.. Artı, UNESCO tarafından gelişmekte olan ülkelere önerildiği, dolayısıyla özgünlüğü kayıtlıydı mesela BM arşivlerinde.. Teorisiyle, pratiğiyle bize ait bir eğitim modeliydi özetle..
“Bize ait olan ne kadar uzakta?” diye soruyordu “Sebebi Telif” adlı şiirinde İsmet Özel.. Soruyordu, “Yıldızların Uzaklığına Övgü” başlıklı başka bir şiirinde de; “Anılacak günlerim olmadı mı benim? Ayaklarımın korkusuzca çiçeklendiği günler olmadı mı?” sorularını.. Anılacak günler dizesinden çağrışımla, canlanmaz mı gözlerimizde köy enstitülü yıllardan fotoğraflar? Canlanır elbette idealist eğitimcilerin gözlerinde, kerpiç döken, duvar ören, tarla süren, demir döven, çatı çakan, yapı yapan öğrenciler.. Canlanır öğrencilerine ışıklı sular taşıyan öğretmenler; ki Hasan Ali Yüceller, İsmail Hakkı Tonguçlar.. Peki, ne yapıyor öğrencilerle birlikte bu halkçı, toplumcu öğretmenler? “İş aracını iş amacıyla birleştiren, iş içinde sorun çözme temelli “aydınlanma okulları!”
Kepirtepe’den Cilavuz’a, Akçadağ’dan Çifteler’e, Ortaklar’dan Beşikdüzü’ne, Akpınar’dan Düziçi’ne, Gönen’den Gölköy’e, İvriz’den Dicle’ye.. Ve fakat ah!
Sorulabilir; Toplamı 21 olan bu enstitülerin adlarını dahi saymadan niçin ah? Kimi zamanlarda pişmanlık, öfke, kimi zamanlarda ise hasret, sevgi gibi duygularımızı ifade eden dramatik bir ünlemdi ah.. Ve fakat tüm bu duygulanımları içerse de; kapatılmaları sonrasında eğitimin özünden uzakta kalma anlamıyla hicranla yanan yüreklerin ifadesiydi asıl.. Ki trajik bir çığlık bağlamında elbette.. Nazım, Şeyh Bedrettin Destanı’nda, Bedrettin’in yenilgisini betimledikten sonra, “Tarihsel, sosyal, ekonomik şartların / zaruri neticesi bu! / deme, bilirim! / O dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim. / Ama bu yürek / o, bu dilden anlamaz pek” diyordu..
Sorulabilir; Peki ne vardı köy enstitülerinde uygulanan eğitimin özünde? Bireyin kendine, çevresine ve tüm insanlığa yararlı iş ve ahlak kavramı vardı mesela.. insanın, sözden çok iş içinde, iş aracılığıyla iş için yetiştirilmesi vardı.. Ki birey olarak kendilerinin farkına varıyordu mesela öğrenciler.. Düşünüyor, sorguluyor, eleştiriyor, üretiyorlardı.. Kendi yaşamlarından topluma, toplum yaşamından kendi yaşamlarına anlamlar katıyorlardı.. Kendi değerlerinin farkına varıyor, iyi birey; toplumunun, milletinin, ülkesinin değerlerinin farkına varıyor, iyi yurttaş; dünyanın değerlerinin farkına varıyor, iyi insan oluyordu..
Sorulabilir; İyi de, peki trajik olan ne? Kapatılmaları sonrasında bilinçlendirici özün derinliğinden uzaklaşıp, biçimlendirici yüzeyselliğin sığlığında boğulmamaya çabalamaydı mesela.. Yaparak, yaşayarak öğrenme yerine ezberciliğin, yarışmacılığın ikamesiydi.. Herkes okusun yeteneği olanlar daha çok okusun toplumcu hümanist anlayışın yerine, bireyci, piyasacı “parası olan okusun” anlayışının egemen olmasıydı..
Sorulabilir; Peki, Köy Enstitüleri kapatılmamış olsaydı ülkemiz ve toplumumuz acaba bugün nasıl olurdu? Tarih ve toplum bilimlerinde, “o olduğu için öyle olmuştur veya o olmasaydı öyle olmazdı yahut onun yerine şu olsaydı” gibi varsayımlardan hareketle yargıda bulunmanın bir gerekçesi olsa da, bugüne ait gerçekliği ve geçerliliği yoktu.. Dolayısıyla hicranla yansa da yüreğim; açılmasını da kapatılmasını da, tarihsel ve toplumsal koşulların sonucu olarak kabul ediyorum ben.. Artı, mekân ve zaman içinde oluşan değişimin diyalektiğiyle, tarihsel hareketin düz ve doğrusal bir çizgi üzerinden değil, birbiriyle kesişen sayısız güç çevriminden ilerlediği tezini ekliyorum bu kabule..
“Onlar gittiler, / Yalnız bir yemin kaldı aramızda” dizeleriyle başlar, Erdem Beyazıt, “Önde Gidenler İçin” adlı şiirine.. “Onlar Gittiler, / Topraktan bir işaret taşıyarak alınlarında!” diye devam eder ve “Onlar gittiler, / Gelen zamandan bir haber gibiydiler. / Ben şimdi bu yanda, / İçilmiş bir ant için bekleyenim” dizeleriyle bitirir..
Bu dizelerle kutluyorum eğitim dünyamızda kuramsal anlamda yaşayan Köy Enstitülerimizin 77. yaşını..
Selam ve saygılar… ozdemirgurcan23@gmail.com