Cemal Süreya, Haziran 1966 tarihli Papürüs’teki “Baş Yazı”sına, “Birinci Cumhuriyet bir değer birikimi değil, bir değer tasfiyesi dönemi olmuştur. Yeni değerler hep yıkma değerlerdir. Yeni bir insan yaratmaktan çok, eski bir insanı yıkmaya dönüktür” cümleleriyle başlıyor.. Devamında, “aydınların bilinçaltında yenilgi korkusu bulunduğunu, kötümserlik, umutsuzluk içindeki genç aydınların özellikle 1950’den sonra uluslar arası dünyada pek fazla bir yer tutmadığımızı anlamaya başladığını ve moral çöküntüsü içinde inanç bunalımlarına düştüğünü” vurguluyor.. Onları; “kabuğuna çekilmiş bir Bazarof’la, ticari ilişkiler kurma eylemine girebilmiş bir Oblomov karışığı tuhaf bir tip” olarak niteliyor ve ekliyor: “Birinci Cumhuriyet aydını davranış bakımından hiçbir şeye inanmayan ve niçin inanmadığını da merak etmeyen kişidir.”
Bazarof kim?Turganyev’in, “Babalar ve Oğullar” adlı romanından bir karakter! “Yeni bir toplum düzeni kurmak isteğiyle eski yerleşik düzeni bütünüyle yok etmek isteyen anarşist! Ahlaki değerleri reddeden; ailenin, toplumun, ulusun var olan tüm değerlerine karşı çıkan bir nihilist! Hiçbir değer tanımayan inkarcı!”
Ya Oblomov? Gonçarov’un, aynı adlı romanında, “yan gelip yattığı sedirinde, yapacağı şeyleri düşleyen ve fakat sadece düşleyen” bir tip.. Oblomov’un en belirgin özelliği, “dünyada olup biten her şeye karşı duyarsızlık ve hareketsizlik!” Zamanla bu tür yaşama alışıyor ve “birisi benim adıma düşünsün” tipli bir Oblomov oluyor..
C.Süreya, makalesini bitirirken, “Ama biz sözü sanatçıya getirelim” diyor ve getiriyor: “Aydın için genellediğimiz davranışları o dönemin sanat yapıtlarında da görüyoruz.” Sanatçılarda, özellikle şairlerde gördüğü nihilist özü ise bir Kirilov (Dostoyevski’nin Ecinniler romanından bir karakter) davranışı olarak niteliyor; “İnandıklarına inanmadıkları gibi inanmadıklarına da inanmıyorlar!”
Prof. Celal Şengör, 1 Şubat 2013 tarihli Cumhuriyet Bilim Teknoloji’de yer alan “Türkiye’de Yayımlanan Kitapların Konulara Göre Dağılımı” makalesinde, “Edebiyat ve toplum bilimleri konulu kitapların toplamda 29 bin, doğa bilimleri ve matematik konuluların ise sadece beş yüz adet” olduğunu aktarıyor ve yorumluyor. “Buradan benim anladığım şu: Türk okuru hoşça vakit geçirmeyi ve politika ile ilgili yazıları okumayı seviyor. Türk okuyucusu (ve sözüm ona aydını; zira ülkemizde her şair vs. de aydından sayılıyor) gerçek dünya ile ilgilenmiyor.” Prof. Kemal Özmen, aynı derginin 15 Şubat tarihli sayısında, “Sayın Şengör, galiba sizin için aydın, doğa bilimleri, matematik kitapları yazana/okuyana deniyor” diyor ve devam ediyor: “Şunu bilmenizi isterim: aydın asla meslek adamlığı değildir; buna belirli bir bilim alanıyla ilgilenen kişiler de dahildir. Mesleki bilgi donanımı ne derece üst düzeyde olursa olsun, bu niteliklere sahip kişileri zorunlu olarak ‘aydın’ sayamayız. Peki kimdir aydın? Zihni, Kant’ın tanımladığı biçimde ‘aydınlanmış’ ve zorunlu olarak şu üç alanla, sanat, edebiyat ve felsefeyle beslenmiş kişi. Türkiye’deki ‘entelektüel’ ya da ‘aydın’ diye nitelendirilen çok sayıdaki insanın zihinsel sığlığını bu üç alandan uzak olmayla açıklamak hiç de abartılı kaçmaz diye düşünüyorum.”
Ahmet Cemal, “Körleşmeyi Seçmek” başlıklı makalesinde, “Türk insanı ortalama olarak yılda bir kitap okuyor!” istatistiki bilgiyi aktarıyor ve “Peki ama bunca kitap satılıyor ve alınıyor, o ne olacak?” diye soruyor ve yanıtlıyor.. “Alındığı doğru ama okunmuyor. Onlara ‘bakılıyor’. Yani onları alanlar ve bazen de ellerinde gezdirenler, onları ‘görmüyorlar’; yalnızca onlara bakıyorlar. Hayatlarında her şeye sadece bakmakla yetinen, görmenin gerektirdiği çabadan ve sorumluluktan kaçmayı yaşamak sayan, sonunda da doğal olarak yalnızca bakmayı görmek sanmanın bütün yanılsamalarına kurban giden kişilerin çoğunlukta olduğu toplumlarda, gerçek okurların sayısını “göz kararıyla” saptamaya çalışmak da bir alışkanlığa dönüşüyor.”
Ahmet Cemal, makalesinin devamında; “Yıllar boyu, “klasikler neden okunmalı?” türünden sorular sorar, hatta klasikleri “okuduğumuzdan” bile söz ederiz” diyor ve soruyor: “Peki şu çok yayımlanan, çok satılan ve çok alınan klasiklerin uçsuz bucaksız düşünce dağarcığından ne kadarının hayatımıza sızabildiğini hiç düşündünüz mü?” Bu soruya yanıt olarak, hayatımıza sızdığını düşündüğü bir örneği, “düşünememenin” nedeni anlamında veriyor: “Yıllar önce Canetti’den çevirdiğim “Körleşme” romanının başkişisi Prof Kien gibi bizler de zamanın akışı içerisinde ve neredeyse olup biten her şey karşısında tam bir “körleşme”yi seçtiğimiz için!” Ve şu soruyla bitiriyor makalesini Ahmet Cemal: “Sahi, siz okumuş muydunuz Körleşme’yi?”
Selam ve saygılar… ozdemirgurcan23@gmail.com