Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Yazı yazmak bu günlerde çok zor, aklımdan, fikrimden geçenleri yazsam olmuyor, yazmazsam kendi, kendimi kemiriyorum. Geçenlerde 3 yıl içinde milyonerlerimizin bilmem kaç artığından söz ediliyordu haberlerde. O zaman kendi kendime “birileri zenginleşiyorsa birçokları da yoksullaşıyor” dedim.
İstanbul’a ilk geldiğim kadim zamanlarda İstanbul’un harikulade -bendenizce dünyada eşi benzeri olmayan bir şehir- güzelliğinden çok sokaklara taşan yoksulluk ilgimi çekmişti. Yani ömrümde doğduğum, büyüdüğüm sevgili İskenderun’da böylesi bir yoksulluğa şahit olmamıştım.
Yoksulluk vardı tabi ancak sokaklara taşmamıştı ve komşular kendi aralarında bu yaraya merhem olurlardı. Varlıklılar gizlice yardım ederdi. Sonunda herkes eşitmiş gibi olurdu. Ama İstanbul’a geldiğim ilk günden itibaren daha otogarda otobüsten iner inmez gördüğüm manzaralardan dumura uğramıştım ve İstanbul o dakika aklımda muhteşem üçlü olarak yer aldı ve böyle kaldı. -Olağan üstü güzellik ve zenginlik = ikisinin toplamından çok korkunç yoksulluk-
Kendimi bildiğimden beri yoksulluğu doğaya aykırı bulurdum ve birilerinin zengin, birilerinin yoksul olmasını anlamakta zorlanırdım ve bu yüzden o kadim zamanda dengem şaştı sevgili İstanbul’da. Gezdiğim her yerde yoksulluğun sokaktaki hali gözlerimin önündeydi. Sıkıcı bir insan olmuştum, arkadaşlarım ve çevrem için biliyorum.
Ve zaman geçti İskenderun’da büyüdü, ayaklandı, sokaklara çıktı yoksulluk, artık her köşede vicdan azabı olarak yer aldı bendeniz için tabi. Zaten ezelden beri yediğim, içtiğim, giydiğim her şey boğazımdan düğüm düğüm geçiyordu.
Şimdilerde bu daha da arttı. Birileri nasıl oluyor neden oluyor bilmiyorum sürekli zenginleşirken ve geçen günkü milyoner tablosu ortaya çıkarken ülkenin büyük bir bölümü yoksullaştı, orta sınıf diye bir şey kalmadı ya zenginsin ya da yoksul.
& & & & &
Dün kardeşim ve çocuklarla metrobüs ile eve dönüyoruz, saat olmuş 23… Duraktan küçük bir kız atladı içeri. Taş çatlasa altı yaşında, saçları düğüm-düğüm, üzerinde uyduruk bir kaban, elinde iki mendil satmak için… Aslında derdi sevgi, yorgun argın uykulu geliyor, yanımda oturan kadın kucağına gömüyor teklifsizce başını… Tanıdık sanıyorum onları ancak kadın yavaşça itiyor çocuğu üzerinden, bu kez gelip kardeşimin göğsüne yaslanıyor. Sonra kalkıp öne doğru ilerliyor. Yolculardan bir kadın Arapça bir şey söylüyor, başlıyorlar konuşmaya…
Konuşmaları değişik çok az anlayabiliyorum ama kadın büyük ihtimalle bu saatte neden sokakta olduğunu, annesinin babasının nerede olduğunu falan sordu. Kızın yanıtlarını duyamadım ama kadın durakta inmek için kalktığında çocuk eteğine yapışıp Araçça “bana yüz lira ver” diye bağırınca ancak ne değini anladım. Kadın Arapça “bendede yok” dedi.
Ama kız peşini bırakmadı, kadınla birlikte indi otobüs durunca. Kendimizi çok kötü algıladık kardeşimle, gecenin bir saati, biz çoluk çocuk sokakta olduğumuz için tedirgindik, o minnacık bir çocuk ve tek başına! Kim bilir neler gelecekti o saçları düğüm-düğüm minik başa.
Ve biz elimiz kolumuz bağlı öylece bakıyorduk sadece ve yapacak bir şeyimizde yoktu. Kendi kendimizi yemekten başka… Sanki sorumlusu bizmişiz gibi. Daha o şoku atlatmadan üst geçitte bir çocuk daha gördük. Ancak dört yaşında ama üç gibi görünüyor. Gecenin ayazında yere bağdaş kurmuş oturmuş üzerinde kısa kollu, yırtık pırtık bir tişört, ölüme oturan yogiler gibi bir deri bir kemik. Elindeki bozuk paraları sayıyor. İnsanlar birbirini iterek üzerinden geçip gidiyor. Ve biz seyrediyoruz dünya seyrediyor… Kimse masum değil.
Biz büyüdük kirlendi dünya demiyorum hiçbir zaman. Dünya her zaman çok güzel, büyüleyici ama kirli olan insan ve çevresini kirleten, dünde böyleydi bu günde böyle ama şimdilerde artık vıcık-vıcık çamur içindeyiz. Ve yoksulluk had safhada, kapanan iş yerleri, atama bekleyen gençlik. Ve “evet, hayır” diye bölünen halk.
Ve sevgili okuyucularım sağlıkla, sevgiyle kalalım her şeye rağmen. “Evetler, hayırlar” aramıza girmeden birlik ve beraberlikle kalalım. Yase
& & & & &
Senfoni Analizi
Bir sanayi şirketinin Genel Müdürü ve aynı zamanda bir Kültür Vakfınca kurulan Senfoni Orkestrası’nın Yönetim Kurulu Başkanı, o ayın konseri olan Schubert’in “Bitmemiş Senfonisi’ne gidemediğinden yerine şirketin verimlilik uzmanını gönderir.
Ertesi hafta, verimlilik uzmanından bir teşekkür ve değerlendirme raporu alır: “Sayın Genel Müdürüm”
-4 Obuacı, konserin önemli bir zaman diliminde boş oturmuşlardır. Bunların sayısı azaltılmalıdır ve diğerlerinin konsere daha çok katkısı sağlanmalıdır.
-12 kemancı aynı anda aynı hareketleri yapmakta, aynı notaları seslendirmektedir. Burada da personel tasarrufu şiddetle tavsiye ediyorum.
-Özellikle 16’lık notaların çalınması oldukça gereksizdir. Çünkü izleyiciler 8’lik notalarla 16’lık notalar arasındaki farkı anında hissedememektedirler. Dolayısıyla 8’lik notalarla eser icra edilmeli, yüksek ücretli keman ustaları yerine stajyerler kullanılarak masraflar düşürülmelidir.
-Yaylı sazlarla işlenen pasajların, nefesli sazlarla tekrarının yol açtığı gereksiz tekrarlamalar önlenebilir. Böylece 2 saatlik konser de 20 dakikaya inmiş olur.
-Eğer Schubert bütün bunları bilmiş olsaydı, Bitmemiş Senfoni, bitmiş olurdu. Saygılarımla…”
Günün Şiiri
Kırmızı Dudaklı Aşk
Çünkü ben oluyorum
Karımın saçlarını çalıyorum
Serçeli bir akşam oluyor
Bana şaşan bir başka ben’e varıyorum
Bir anda ölüm olmak var bu işde
Özgürlüğe gidiyorum belki daha da ötelere
Siz bilmiyorsunuz bilmeyi istemiyorsunuz kapanan Asya’dır
Asya geliyor atlara yüklenmiş kapalı
Karımın saçlarını Ayın öte yüzüne takıyorum
Olmak var
Olmuyor işte
Oysa bu olmak var
Siz bilmiyorsunuz
Bu sıcak bir kez de Roma çağlarında göründüydü Anadolu’da
Sevme çağı ölüyorken bir ara
Bir yarım olmak var ya
Bir insanın oluşuna yarım
Sevmenin yarımı olmak
Bilim çağına giriyorum elimde bir demet kırmızı gül
Sonra onlar geliyorlar duvarlara dönük
Dönük olmayı seviyorlar
Bütün çağrılara
Duvar gibi bakıyorlar
Serçeli bir gökyüzüne
Gitmiş de gidene
İkiyiz diye korkma
Genç kızların gizli yerleri gibi
İstekli korkak
Çoğalmak elimizde
Herkes bitişin kıyısında
Yüreğimle miğdem arasında bir şeyler dönüyor
Nice serçeli duygulardan sonra
İkiyiz diye korkma
Dilediğimiz kadar çoğalmak elimizde
Dağlara
Dağlara
Dağlara çıkalım gel.
Nevzat ÜSTÜN
Günün Sözü
Gel dese de bakma cimri asina, bir fırsat arar da kakar başına.
Neyzen Tevfik
Yüreğimi açmak, dedim. Bir tebessümle bak her şeye, dedi… Tebessüm, dedim. Her kapının anahtarı, dedi. Kapı, dedim. Girmeden bilemezsin, dedi. Ya korku, dedim. Bilinmeyenden korkar insan, dedi. Ben kimim? diye sordum. Sevgiyle beslenensin, dedi. Durdum. Durdum. Yine sustum. Kimsin? diye sordum. Sen’im, dedi. Seni seviyorum, dedim. Ben de seni, dedi…
Şemsi Tebrizi