Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Kendi hikayemizi kendimiz yazıyoruz gibi görünüyorsak ta aslında bizim yazdığımız bir şey yok, her şey olması gerektiği gibi oluyor, bizde bize biçilen rollere uygun olarak yaşayıp gidiyoruz, kendimizinmiş gibi sanarak. “Haksızlık yapıyorum herhalde bu kadar da değil yani!” diye düşünüyorum bazen. Ancak geçmişten günümüze dek düşününce yaşadığımız günleri, ayları, yılları, hangisini biz düşündük hangisini tasarladık ve bulduk ki? Tabi ki istisnalar vardır. Ve olacaktır. Ancak hayat işte bu; senin istediğin gibi değil onun istediği gibi yaşatır, beğensen de beğenmesen de. Düşünüyorum ve yine sabırsızım yazmak için bile.
Ve zamanı hiç bitmeyecek şeymiş gibi savurarak kullananlara acayip hayretim. Aslında kızgınım, suratımı astırıyorlar aslında, onlara yazıklanıyorum. Ve hayatın bize yaptırdıkları bu diye düşünmeye gelince de duruyorum!!! Zamanı savruk kullanmakta, belki savruk kullanıma tasarlanmamış? Yani hepimiz bize verilen role göre yaşıyorsak bu da bir rol. Ve bu oyun için geçerli. Herkes rolünü en iyi şekilde yapmalı ki oyun bozulmasın. Neden onlara kızıyorum ki? Neden kendimi hikâyeler yazabildiğim için seviyorum ki. Aslında kimsenin bir şey yaptığı yoksa, her şey yaptırılıyorsa?
Ve bazen böyle düşünerek uyanmanızı sağlıyor rol dağıtıcı, sorgulamanızı istiyor! Neden, niçin diye sormamızı da istiyor kendimizce yanıt vermemizi de!! Doğru yanlış ama sonunda yine kendi istediği biçimde?
Zamanlardan birinde her şeyi bildiği söylenen bir bilge varmış. Ne sorulursa hemen yanıtını verirmiş. Onu çekemeyen bir demiş ki; ona öyle bir soru soracağım ki kesinlikle bilmeyecek. Ne soracaksın demişler; “Elimde bir kelebek var. Ölü mü diri mi diye soracağım demiş. Ölü derse bırakacağım uçsun, diri derse avucumda sıkıp öldüreceğim.” Bilgeye sormuş elimdeki kelebek ölü mü diri mi diye. Bilgenin yanıtı; “O senin elinde” olmuş.
Bilgeye sorulamayacak kadar basit bir soru yanıtta öyle gibi görünse de gerçeğin ta kendisi değil mi? Hepimiz bir avuçtayız ve o avucun keyfine göre yaşıyoruz, sahip sıkarsa ölürüz, gevşek tutarsa soluklanırız, serbest bırakınca da kanatlanır ruhumuz. Yoruma gerek var mı?
Ve sevgili okuyucularım bazen böyle uyanırız sabaha yalnızca sorgulamak için. Ve şimdilik sağlık, sevgi, birlik ve beraberlikle kalalım. Yase
& & & & &
“Bir zamanlar Toprak Ana, evinde yalnız yaşıyormuş. Yalnız yaşamak zormuş, bu yüzden canı çok sıkılıyormuş. Bir gün kalkmış, gök kralına misafirliğe gitmiş. Sarayın kapısına varınca, gürültüler, patırtılar duymuş. Kapıdaki nöbetçiye, “bunların ne olduğunu” sormuş.
Nöbetçi: “Ne olacak, demiş. Mevsim kardeşlerin gürültüsü… İkisi kız, ikisi oğlan dört yaramaz çocuk var. Kavga edip duruyorlar.”
Toprak Ana: “Onları bana gönderin, demiş. Ben yalnızım, biraz da benimle otursunlar.”
Nöbetçi Toprak Ananın isteğini krala söylemiş. Kral da “Peki” demiş. Toprak Ana bunun üzerine evine dönmüş, mevsim kardeşleri beklemeye başlamış.
Önce en küçük kardeş gelmiş. Pembe, beyaz saçlı, güzel bir çocukmuş. Toprak Ana’ya; “Benim adım İlkbahar, demiş. Size ufak bir armağan getirdim.” İlkbahar, çantasını açmış, çantasından tomurcuklanmış dallar, renk renk çiçek demetleri, cıvıl cıvıl ötüşen kuşlar çıkarmış.
Çok geçmeden ikinci kardeş gelmiş. Tombul, kırmızı yanaklı bir kızmış. Adı da Yaz’mış. Kardeşine: “Haydi çekil bakalım, bak, ben geldim, demiş. Sonra o da çantasından çilek, kiraz, şeftali, erik gibi meyveler çıkarmış, bunları Toprak Anaya sunmuş.”
Derken üçüncü kardeş gelmiş. Sarı sapsarı bir çocukmuş. Toprak Ana’ya: “Ben sonbaharım demiş. Yalnızlığı, sessizliği çok severim” demiş. Sonra da kuşları kovmuş, her yeri sarıya boyamış. Ortalığa bir sessizlik çökmüş. Tam bu sırada dördüncü kardeş gelmiş. Çiçekleri, meyveleri dağıtmış, cebinden beyaz bir su çıkarmış, bu suyla her yeri beyaza boyamış. Bir yandan da; “Benim adım kış, benim adım kış” diye bağırıyormuş.
Dört kardeş de Toprak Ananın evinden gitmek istememiş. Kavgaya tutuşmuşlar. Ortalık alt üst olmuş. Toprak Ana kızmış; “Beni dinleyin, demiş. Ya sırayla gelin, evimde üçer ay misafir kalın, ya da çekilip gidin. Hepinizi birlikte istemiyorum.”
Bunun üzerine mevsim kardeşler düşünmüşler. Aralarında anlaşıp Toprak Anaya, “peki” demişler. İşte o günden beri sırayla geliyor, Toprak Anada üçer ay misafir kalıyorlar…”
Günün Şiiri
Küçük İstavritin Öyküsü
Küçük istavrit, yiyecek bir şey sanıp
hızla atıldı çapariye
önce müthiş bir acı duydu dudağında
gümbür gümbür oldu yüreği
sonra hızla çekildi yukarıya…
Aslında hep merak etmişti
denizlerin üstünü
neye benzerdi acep gökyüzü.
Bir yanda büyük bir merak
bir yanda ölüm korkusu.
“Dudağı yarıklar ” denir,
şanslıdır onlar, hani
görüp de gökyüzünü , insanı
oltadan son anda kurtulanlar.
Ne çare balıkçının parmakları
hoyratça kavradı onu
küçük istavrit anladı yolun sonu.
Koca denizlere sığmazdı yüreği.
Oysa, şimdi yüzerken
küçücük yeşil leğende,
ansız uzanıvermiş dostlarına
değiyordu minik yüzgeci.
İnsanlar gelip geçtiler önünden
bir kedi yalanarak baktı gözünün içine
yavaşça karardı dünya,
başı da dönüyordu.
Son bir kez düşündü derin maviyi,
beyaz mercanı bir de yeşil yosunu.
İşte tam o anda eğilip aldım onu.
Yürüdüm deniz kenarına
bir öpücük kondurdum başına,
iki damla gözyaşından ibaret sade
bir törenle, saldım denizin sularına.
Bir an öylece baka-kaldı
Sonra sevinçle dibe daldı.
Gitti tüm kederimi söküp atarak,
teşekkürü de ihmal etmemişti.
Bir kaç değerli pulunu
Elime, avuçlarıma bırakarak.
Balıkçı ve kedi şaşkın baktılar yüzüme.
Sorar gibiydiler, neden yaptın bunu niye?
” Bir gün dedim, bulursam kendimi
yeşil leğendeki
küçük istavrit kadar çaresiz,
Son ana kadar
hep bir umudum olsun diye… “
Günün Fıkrası
Hepsini Sen Yesene
Nasreddin Hoca, zengin, obur ve aç gözlü, bir Akşehirli ile beraber Konya’ya gidiyormuş. Yolda acıktıkça yanlarındaki azıklarını çıkarıp yemeğe oturuyorlarmış. Hoca daha bir iki lokma yemeden, adam azığın hepsini midesine bir güzel indiriyormuş. Adam yolda sürekli kazanmaktan, yemekten, içmekten bahsediyormuş.
Derken Konya’ya gelmişler. Ekmeklerini yeni pişirmiş, bir yandan fırından çıkaran, bir yandan da mis gibi kokan ekmekleri vitrinine dizen bir fırıncının önüne gelmişler. Birlikte fırıncı dükkanına girmişler.
Hoca, Fırıncıya; “Bu ekmekler senin mi?” diye sormuş.
Fırıncı afallayıp, şaşkın-şaşkın bakarak; “Evet benim” deyince Hoca cevabı yapıştırmış: “Bu kadar misk gibi kokan, kızarmış sıcak ekmeğin var da ne duruyorsun, hepsini sen yesene!…”
Günün Sözü
İnsanlar genellikle birbirlerinden nefret ederler çünkü birbirlerinden korkarlar. Birbirlerinden korkarlar çünkü birbirlerini tanımazlar. Birbirlerini tanımazlar çünkü iletişim kurmazlar. İletişim kurmazlar çünkü sınıflara ayrılmışlardır.
Martin Luther KİNG