Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Bize “kimseye hiçbir zaman bela okumayın” diye öğrettiler böyle büyüdük. Ne kadar çıldırma noktasına geldik ise de hiç bela okumadık kimseye ama şimdi çocukluğumuzdan beri okumadığımız bütün belaların binlercesi Gaziantep’i kana bulayan insanlık dışı yaratıkların üzerinde olsun diyoruz. Can evimizden vurdular, katliam yaptılar, çoluk çocuk, genç yaşlı gözetmeden. Diliyoruz ki onları ve onları yönetenleri, destekleyenleri ve yaratanları dünyanın başına bela edenleri Allah kahretsin belalarını versin. Ancak Allah verir cezalarını.
Kimsenin bu canilere yapacağı bir şey yok gibi. Birisi düğmeye basıyor, etraf kan revan, bu birisi kim ne niçin herkes biliyor. Ama el kol bağlı, böylece kalakalıyoruz her katliam sonrası ‘cezalarını vereceğiz bu yanlarına kalmayacak’ vıdı, vıdı bir sürü söz ama canilerin bir bombası ile yüzlerce kişi gitmeye devam ediyor. Savaşta bile bu kadarı olmuyor. Dünya şimdi bizi seyrediyor ancak bu bela bizimle sınırlı kalmıyor, insanlıktan, dinden, inançtan nasibini almamış, sırf vahşice kan dökmeğe endeksli uzaktan kumandalı vahşiler dünyanın her tarafını ahtapot gibi sarmış. Sanki bir korku filmindeymişiz gibi. Dünyayı kirlettik kendi egomuz için canavar yarattık, besledik, büyüttük ve o canavar ahtapotlaştı dünyayı sardı şimdi kurtaracak bir kahraman bekliyoruz.
& & & & &
Nasıl yas tutulur unuttuk, 53 kişi 29’u bebek, bunların yası birbirimize dayanarak, gözyaşlarımızı bir birine katarak tutulabilir mi? Ya da dağa denize bütün gücümüzle isyanla bağırarak boğazımız yırtılırcasına haykırarak, çığlık atarak, küfür gözyaşı akıtarak yas tutulabilir mi? Yeter mi bu? Peki, bunu yaptık, bunun ne yararı var. Giden geri geliyor mu? İçimizin öfkesi diniyor mu? Benim dinmiyor. Ve çevremde, sanki her şey olağanmış gibi dolaşanları görünce içimdeki isyan umutsuzluğa dönüyor.
Oysa şimdi birlik olma zamanı. Hepimiz insanız, etnik kökenimiz, inancımız, milliyetimiz ne olursa olsun. Bir okul şarkısı vardı küçükken ne güzel söylerdik./ Orda bir köy var uzakta / o köy bizim köyümüzdür / gitmesek de, gelmesek de / o köy bizim köyümüzdür. /
O zamanlar inanırdık bizim olduğuna ilk gençliğimizde daha çok inandık ama şimdi? Biz hala o çocuk kafamızla, yüreğimize kazındığı gibiyiz, o şarkıyla ancak çoğumuz o senin bu benim o şunun oldu. Ayrıldık, ayrıştırdık, senden benden olduk. Ve bu duruma düştük olan bu ancak yine de böyle demek istemiyorum. Çünkü o zaman aklımızı kullanmadığımız çıkıyor ortaya ki ancak biz akıl sahibi insanlar olarak akımızla alay edilmesine izin vermemeliydik.
Oyuna gelmemeli ve aklımızla alay edilmesine izin vermemeliydik. Ancak verdik ve işte şimdi artık o çocukluğumuzun şarkısına dönmek zamanındayız. O köy bizim gitmesek de gelmesek de orada yaşanan her acı, her sevinç bizim, hepimizin, bunu yüreğimizde, vicdanımızda hissetmeliyiz. Bir olmalıyız; birbirimizi görmesek de acıda, sevinçte, matemde, düğünde… Ancak o zaman kazanan biz oluruz. Yoksa laf üretmekle bir yere varamayız. Lanetler savurmakla kimseye ders vermeyiz. Nasıl ki darbede tek yürek olduk. Vinçlerin önüne dikildik. Dünyaya birlik ve beraberlik dersi verdik. Şimdide öyle olmalıyız. Matemse matem, sevinçse sevinç, savaşsa savaş bütünlüğümüzü bölmeye çalışan herkese.
Ve sevgili okuyucularım şehit haberleri gelmeye devam ediyor. Matemimiz büyük, acımız katmer-katmer, giden canlar bizim. Hepsinin mekânı cennet olsun. Vatan sağ olsun. Ve sevgili okuyucularım sağlık ve sevgiyle kalalım, birlik ve beraberlikle, ayrımsız gayrımsız daha çok. Yase
& & & & &
Kaldırımda oturur vaziyette el etti ihtiyar. İki büklüm beli, elinde asası… Yüzünde derin çizgiler. Durup, arabaya aldım. “-Nereye gidiyorsun dede?”
“Az ilerdeki kurban kesilen yere bırakır mısın oğlum? ( kapalı semt pazarı )”
“Ne yapacaksın orda dede?”
“Belki biraz et verirler.”
“Evin nerede?”
“Zafer mahallesinde..”
“E nasıl gideceksin uzak oralar.”
“Biraz et bulalım da Allah kerim..”
Kısa yol boyu bi kamyon dua etti. Dedeyi bıraktıktan sonra aklıma takıldı… Gideceğim yerdeki işimi alel acele halledip pazara geri döndüm… Ethem dede pazarın sütunlarından birinin dibine koyduğu çuvala bir poşet koyup, boş başka bir poşetle elinde asa ağır aksak tekrar pazarı turluyor… Öbek öbek insanlar karınca misali etleri kesip biçip tasnif ediyor… İyiler çil çil leğenlerde… Kemikliler ayrı bir yere yığılmış… Kantarlar ortada belli ki işler sona yaklaşmış… Birazdan ne var ne yok paylaşılacak…
Yanına yaklaştığı yerlerde kaçamak bir göz teması kuruyor Ethem dede. Bu çok kısa tedirgin “bana verecek bişeyiniz var mı?” sorusu…
Bu göz temasına çok yerde karşılık alamayıp ürkek adımlarla çekilip bir diğerine gidiyor… Bu naif sorunun cevabı hiç o çil-çil etler olmadı kaç yere gittiyse… Kimi göz ucuyla iç yağları işaret etti, bonkör olan bir ikisi bol kemikli birkaç parçayı… Eliyle lütfedip veren olmadı… En son yerde herkesten uzak sahipsiz olduğu belli olan bir işkembeyi cebinden çıkardığı çakı ile kabaca temizleyip poşete koydu… Ben yarım saate yakın onu fark ettirmeden izledim.. Serde işgüzarlık var.. Bir iki yere “Şu amca yardıma bakınıyor galiba” dedim. Pek kimse oralı olmadı…
Sana ne? Senin menfaatin ne türünden bakışlar attılar sadece… Birkaç kare de fotoğraf çektim… Bunun dışında hiç müdahil olmadım. Onun ve çevresindekilerin yaşadığı sessiz diyalogu, olup bitenleri bir mimik bile kaçırmadan gözlemeye çalıştım… Epey sonra, dolaşmaktan yorgun olarak güz güneşine nazır bir kaldırıma oturunca yanına gidip oturdum… “Ne yaptın dede?”
Beni tanıdı… Tekrar gördüğüne mi sevindi, haline mi hüzünlendi bilmem ağlamaya başladı! “Çok şükür toparladık bir şeyler” dedi
“Hadi o zaman seni evine bırakayım” dedim..
Yol boyu bir tır daha dua etti.
Hikayenin ana fikri ben ne iyi bir insanım değil.. Bu yaşadığımı paylaşıp paylaşmama konusunda çok tereddüt ettim.. Ana fikir şu ki bu bayram biz bol et yiyelim diye emredilmemiş… Kurban kesme imkanı bulanların büyük bir kısmı zaten normal zamanda da evine et alıp götürme imkanına sahip… O dedeye parça kalıntı etleri göz ucuyla işaret edenlerin boğazından kendilerine ayırdıkları löp etler nasıl geçecek bilmiyorum. İbadet şuuruyla kurbanlarını kesenler nizami olarak emredildiği gibi üçe tasnif edecekler mi? Hassas Dijital tartı ile etleri aralarında paylaşanlar aynı hassasiyetle ondan ihtiyaç sahiplerinin hakkını ayırmalı değil mi? Çevremizdeki Ethem amcalara dikkat edelim…
Günün Şiiri
Söz! Dışarı Çıkma Saati
Söz! dışarı çıkma saati. Giyin üstünü.
Söz! dışarı çıkma saati. İşte gong.
Uçtu güneş-karga. Ateşte
ve taşta gong. Tutuşmuş çizmelerini
sıyırdı bir gölge ve bulutlara
astı kılıcını. Bu saat
dışarı çıkma saati. Giyin üstünü.
Söz! öfkeni giy bacağına. Al çividen
kırbacını. İşte hergünkü
biçimleri gizemli bir el
sildi göz önünden parıltısıyla. Artık
dışarı çıkma saati. İşte yollarda
aynı kalıba dökülmüş yüz ayak, aynı
ipe geçirilmiş yüz kol koşmada
günlük sofrasına zırvanın. Artık
dışarı çıkma saati. İşte yollarda
birbirini çiğneyip çığrışır sesler
çekirgeler gibi sıçrayıp… İşte
kızıl bir ipliğe gelişigüzel dizilmiş
gözler sallanıyor havada, amaçsız bir el
evden ev kor gezdirirken
ve yıkıntı ve çığlık ve kül… Alçalan kuyu
ve yükselen baca üstüne şimdi
kapanıyor büyük bir çene
ve çıplak ağacından günlük edimlerin, kimbilir,
kopup savruluyor kimlerin yüzü.
Söz! dışarı çıkma saati. Giyin üstünü.
Söz! giyin üstünü. Koy cebine
çıplak çeliğini hıncının.
Çiğne eski biçimleri bir bir ökçenle.
Resmini duvardan al aşağı tanrının. İndir
çağdaş yalvaçları çivilerinden. At
başını bir yana, gövdesini bir yana
bütün edebiyatın. Saat
dışarı çıkma saati. Fırla öfkenle
ölü yüzlerinden yapılma serin çarşaflar
üzerinde geviş getiren kente.
Söz! dışarı çıkma saati. Giyin üstünü.
Bir sarnıça sonsuz hunilerden akıyor akşam…
Akıyor akşam… Akıyor akşam ve alarm.
Kızıl dilleri dışarda lambalar koşuşuyor
alanlarda. Savuruyor ölü göğün kâğıtlarını
minareler. Ve rıhtımlara
ağır sandıklara boşaltıyor karanlığı
vinçler, ağır çatırtılarla… Alarm!…
Ve süzülüp indi çatılara son peygamberi
felâketin bir büyük karga.
Söz! dışarı çıkma saati. Giyin üstünü.
Sait MADEN
Günün Sözü
En büyük bilgelik şu andan zevk almayı hayatın en büyük amacı kılmaktır, çünkü tek gerçek budur, başka her şey düşünce oyunudur. Ama bunun en büyük budalalığımız olduğunu da söyleyebiliriz, çünkü yalnızca kısa bir süre için var olan ve bir rüya gibi kaybolan içinde bulunduğumuz bu an asla ciddi bir çabaya değmez.
Arthur Schopenhauer