Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Sevgili okuyucularım neredeyse 20 günden beri gündem karışık, azıcık gündemden uzaklaşmak için Gazipaşa günlüklerini aktarayım istedim bu sabah?
Gazipaşa demek ben deniz için her zaman macera demek. Buraya gelişim bir dert gidişim başka, nasıl beceriyorum bunu gerçekten bilemiyorum. Ya otobüsü kaçırıyorum ya da bir saat erken gelip, evde bir sürü şeyi unutuyorum ve yeniden eve dönmek zorunda kalıyorum sonra otobüs hareket etmişken taksiden inmeden el kol yaparak yolda yakalıyorum. Bu arada terden sırılsıklam oluyorum tabi ter öyle ki gözlerimin içine bile giriyor.
Sıcaklardan mı bu kadar beceriksizim ya da çok mu becerikli bilemiyorum? Otobüse bir giriyorsunuz. Of of teriniz anında donuyor üzerinizde. Eğer ceketiniz ya da ona benzer bir şeyiniz yoksa yol boyu üşürsünüz. Tabi bendeniz bu konuda uzmanlaşmış vaziyettim. Hayatım boyunca sürecek aptal bir bronşite neden olmuştu böyle bir seyahat çünkü ve tabi o günden beri gardımı alırım; her şeyi unutturabilirim yalnızca ceketimi unutmam ama yolda düşürebilirim!
İşte kendimi bir saat öncesinden garaja attığım gün “erken geldim” falan diye şişinmeye başlarken bir baktım ki ceketim yanımda değil. Oysa aldığımdan adım gibi emindim. Arkadaşım “şuralardan bir yerlerden sana başkasını alalım” dedi ama nereden? Ceketi düşünürken bir de baktık ki Gazipaşa’ya götürmek üzere hazırladığım kolide yok. Dönmek kaçınılmaz tamda trafiğin sıkışık olduğu saatte geri dönmek kolay değil hadi döndük. Koliyi arkadaşım kaptı bende dört kat yukarı yıldırım hızıyla çıktım ki ceket evde değil. Demek yolda düştü çöpleri atarken yeni bir ceket ve atkı alıp koşarak indim tam araca gireceğim çöp kutusunun orada ceset gibi yatan zavallı kadife ceketimi gördüm. Aman Allah’ım nasıl sevindim anlatamam!
Hepinizin çok sevdiği eski bir giysisi yada eşyası vardır bir türlü atmaya ayrılmaya kıymadığınız. İşte benim modası, rengi, boyu-posu hiç değişmeyen, klasik en az 20 yıllık ceketim benim içinde çok ama çok önemli, milyon kez onu eskicinin elinden ya da atılacak eşyaların arasından aldığım. Oysa 20 yıllık olmasına rağmen pırıl-pırıl ve hiç eskimemiş nasıl eskisin ki onu yalnızca yolculuklarda kullanıyorum. Neyse sevgili ceketimi bağrıma basıp yeniden otogara yollandık. Bu kez de otobüs kalkmış el kol işaretleri yapıyoruz duruyor. Ancak valiz yazıhanede, arkadaşım anımsatmasa bu kez valiz kalacak biz gideceğiz. Bu kez yazıhaneye koş, nefes nefese valizi alıyoruz çabucak arkadaşımla öpüşüp otobüse giriyorum.
Herkesten özür dileyerek yerime oturuyorum. Derin bir oh çekiyorum ama gevşeyemiyorum bir türlü saçlarımın arasından ter süzülmeye devam ediyor. Çöp kutusunun önünde düşürdüğüm ceketime sarılıyorum başka zaman olsa yıkamadan yapar mıyım? Asla! Ama şimdi sımsıcak sarılıyorum umurumda bile değil düştüğü yer. Bu ceketi bu kadar sevmemin nedenlerinden biri de kocaman olması ilk aldığımda da kocamandı zaten. Yol boyu üşüdüm, atkımı kulaklarımı da içine alan bir bant gibi başıma doladım buna rağmen ısınmadım. Tabi otobüsteki herkeste üşüdü defalarca uyarıldı muavin ancak kimse bir şey yapmadı. Herkes titreye titreye bir hal oldu.
Bu arada muavin tostoparlak genç bir çocuk… Sürücüde tam tersi incecik sinirli bir adam… Otobüsün internet ve tv’si çalışmıyor. Yuvarlak tombul muavin bu sorunu ortadan kaldırmak istiyor. Sinirli sürücü ona izin vermiyor. Öyle ki bir ara çocuktan kumandayı sakladı. Çocuk deliye döndü buna rağmen şunu bunu kurcalamaktan vazgeçmedi. O kurcalarken sürücü sinirlendi, birbirlerine bağrıştılar, bir an geldi muavin indir beni şurada seninle bu yola devam edemem dedi.
Onların çekişmesi sürücünün değişmesi ile kesildi. Yeni sürücü kavruk genizden gelen bir sesle “sizi barıştırayım” dedi muavin kabul etmedi. Gazipaşa’ya gelene dek sürücü muavinin fikrini değiştirmeye çalıştı ise de beceremedi. Muavin Gazipaşa’da indi başkası geldi. Tabi bende indim ve yanlış valizi elime tutuşturdu. Uyku sersemi başım dumanlı ayrımına varamadım. Taksiye atladım. Adresi söyledim. Buna rağmen yanlış bloğa girdik.
Ve dört kat çıktık sürücü ile sağ olsunlar yukarı kadar taşıyorlar ancak bana iyilik yarmıyor ki? Adam indi ben kaldım kapıda bir de baktım ki bizim kapı değil! Allah’ım ya rabbim at kendini yukardan aşağı durumları! Hadi valizleri dört kat indir ve kendi evinin olduğu bloğa gir ve onları kendin çıkar dört kat sabahın 4.30’unda nefes nefese! Kendimden nefret ediyorum? Yetmiyormuş gibi birde “sürücüler çıkarıyor sen neden çıkardın?” diye karşılanmıyor muyum?
Kendimi yüzükoyun attım yatağa ölmek istiyorum ya! Öğlene doğru uyandığımda ölmemiştim valizi açıp bilgisayarı mı çıkarayım dedim. Of bu ne? Karşımda bir sürü acayip giysi? Ömrümde sahip olmadığım ve olamayacağım. İşte şimdi ölebilirim, valizin kapağını çarparak kapattım giyinip havuza gittim beni ancak su paklar dedim deli gibi aç biilaç saatlerce güneş altında yüzdüm. Havuzda kimsecikler yoktu, herkes sinmişti ağır gölgelik yerlere. Sonunda valizime kavuştum iki günlük bir koşturmanın ardından.
Ve sevgili okuyucularım gerçekten ya, Gazipaşa’da bir şey var bendenizi aptallaştıran ya da bendeniz Gazipaşa’ya bir türlü konsantre olamıyorum. Maceralarım bitmiyor burada. Bazen iyi oluyor ama ömrümde yorulmadığım kadar yoruluyorum.
Dilerim gündemin ağırlığından uzak bir yazı okumuşsunuzdur. Şimdilik sağlık ve sevgiyle kalalım. Birlik ve beraberlikle ayrımsız gayrımsız. Yase
Günün Şiiri
Hiç Olmayacak Bir Gece
Hiç olmayacak bir gecede
bir sokağı, sırılsıklam, yakalamak
bir ucundan, geçip gitmeksizin.
Kar ortasında donmuş bir güneş.
Büyük Sahra’da yürüyen buz dağları.
Kadife yüzeyli kaktüsler.
Düşlerde bile kalmamış.
Hiç olmayacak bir gece için
koştuğumuzda birbirimize,
yazıp yaşayamamaktı, biliyorduk
artık özlemleri bile
hak etmediğimizi.
Yarın sabah marketlere dolacak
insanlar, ellerinde
yazarkasaların fiş kusmukları.
Sonra bankalarda
teleişlemlerin mucizeleri başlayacak.
Paydos düdüğüyle işçiler,
gözlerinde üretimin parıltısı
ve ceplerinde
farkına varılmaksızın yitirilmiş
yaşamların kırıntılarıyla
tulumlarını asacaklar.
Hiçbiri, hiçbiri bilmeyecek,
hiç olmayacak bir gecede,
hiç geçilmeyecek bir sokağı
ıslak uçlarından yakalamanın
ne demek olduğunu.
Çünkü onlara
hiç anlatılmayacak.
Ahmet CEMAL
Anlat Bana, Nedir Aşk?
İlk günbatımının hemen ardından söylediklerimiz, bir
yüzyıl sonra da geçerli olabilirdi ve biz, güneşe
boğulmuş bir ilkyaz sabahının ilk saatlerinde, en çalışkan
çiftçilerle yarışarak, zamanı değirmenlerimize çuvallar
dolusu taşıyabilirdik. Bunları düşleyemiyorsak eğer,
anlat bana, nedir aşk?
İlk mektuplarımızla birlikte okumayı sökerdik ve
ellerimizin tutkusu uğruna en yakıcı özlemleri göze
alabilirdik. Sonra geleceği müjdelenmiş yok ülkelerin
tapınaklarında beklemek yerine, şimdi ele geçirilmiş bir
gecenin saatlerinde eritebilirdik. Yapamamışsak bunları
eğer,
anlat bana, nedir aşk?
Sabahın ilk dalgaları bizi kumsalda bulmayabilirdi ve
biz, günah çıkartmak için mavi sığınaklarımızı yeğlerdik.
Köpüklü haritalarda yerimizi arayanlar, bir an sonra
haritalarını yitirirler, sonradan, çok sonradan
söylencelerimizle yetinmek zorunda kalırlardı.
olmamışsa söylencelerimiz eğer,
anlat bana, nedir aşk?
Ahmet CEMAL
Günün Fıkrası
Nasreddin Hoca’nın memleketi olan Akşehir’e gelen bir İranlı, sürekli palavra atarmış. Bir gün: “Bizim Isfahan’da Şahın iki yüz odalı, beş bin arşın boyunda sarayları var” diye söze başlamış, attıkça atmış.
Dinleyenlerden biri de karşılık vermek istemiş; “Bizim başkentimiz Bursa’da daha da büyük saraylar var. Hele bir de kaplıca yapıldı ki, görmelisin boyu beş bin arşın…”
Tam o sırada başka bir İranlı içeri girip; “Bursa’dan gelirem…” diye söze başlayınca; “Eni de elli arşın” deyivermiş.
“Nasıl olur” diye karşı çıkmış İranlı, “eni boyuna uymadı.”
Konuşmaları dinlemekte olan Nasreddin Hoca; “Şu adam Bursa’dan gelmiş olmasaydı, bu adam kaplıcanın enini boyuna bir güzel uyduracaktı” demiş.
Günün Sözü
Eğer aç ve kimsesiz bir köpeği alıp bakar ve rahata kavuşturursanız sizi ısırmaz. İnsan ve köpek arasındaki temel fark budur.
Mark Twain