Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? İskenderun’da göz yaşı sel oldu. Dağ taş ağlıyor. 5 Temmuz İlkokulu velilerinin organize ettiği günübirlik Osmaniye İli Aslantaş Milli Parkı gezi dönüşü sırasında yaşanan korkunç trafik kazası hepimizi yürekten yaraladı. O geziye kuzenim kızı ile uzaktan çok sevdiğim bir akrabam yine küçük kızı ile katılmıştı. Kuzenimle kızı hafif yararlanmalarla kazayı atlattı ama diğer akrabalarım ne yazık ki yaşamlarını yitirdiler. Ana ve kızını yüreğimiz parçalanarak son yolculuklarına gözyaşları arasında uğurladık. Onların acısı ile allak bullak iken İstanbul’dan patlama haberi geldi kanımızı donduran. Kız kardeşim, “daha yeni geçmiştim oradan” diye ağlayarak anlatıyordu olayı. Yine şehitler beş dört ve yaralılar, o yetmedi hafriyat aracı Metrobuse çarptı. Bursa’daki deprem İstanbul’dan da duyuldu. Yani kıyamet habercisi gibiydi haberler.
Ve bu sabah (dün) yine Mardin Midyat’tan bir patlama haberi geldi. Ve haberler gelmeye devem ediyor. Terör çıldırmış sanki her taraftan vuruyor. Kaza terörü de en az onun kadar çıldırmış. Bir taraftan PKK vuruyor bir taraftan trafik canavarları. Nereye baksak kan revan vahşet. Kime, neye üzüleceğimizi bilemeyecek durumlara geldik; allak bullak hayatımız, ne Ramazan sevinci yaşıyoruz, ne kutsallığından haberimiz var artık. Her şey ters yüz olmuş. Bütün bunların arasında, bütün derdimiz bitmiş gibi kadınların anneliği tartışılıyor. Nasıl bir zamandayız ya Rabbim? Çıldırmak işten değil. Dumura uğramış sağdan soldan çarpılmış gibiyiz. Acımızın önüne geçiyor öfkemiz.
İskenderun kaza şokunu üzerinden zor atar. 14 can az bir şey mi? Bir can olsa da az bir şey değildi tabi. Ancak bu toplu ölümler insanı kahrediyor, hepsinin hikâyeleri vardı. Ve hepsi çok mutluydu geziye çıkarlarken. Böyle bir felaketin yaşanacağı aklının köşesinden bile geçmiyordu zahir? Ama keşke geçseydi, keşke ona göre tedbirlerini almış olsaydılar. Keşke izinli gitseydiler, keşke bilseydiler, öylesine araçlarla geziye gitmenin getirebileceği zorlukları. O sürücüler çocuk taşıyor. Anne taşıyor, yüklerinin ağırlığının ayrımında olsaydılar keşke. Bu bir kaza değil anlatılanlara bakılırsa bu kazaya bile-bile “gel” demek gibi olmuş. Yani acelen ne be kardeşim. Neden kendi canınla 14 cana ve bir sürü vuruk ve yaralanmalara sebebiyet verdin? Kader Azrail’in işini sana mı verdi? Valla sıkıntıdan kime çatacağımızı şaşırdık. Özür dilerim.
Valilik soruşturma açmış ama kime? Canımız gitti, canımız acıyor küçük çocuklar küçük tabutlarla uğurlanıyor. Yaşama tutunanlar sevinçli değil. Arkadaşlarının, öğretmenlerin can pazarında bir anda yok olmalarının şokunu yaşıyorlar. İnanmakla inanmamak arasında gidip geliyorlar. Bekliyorlar belki bu bir karabasan uyanınca geçecek diye?
Ah ya ah bu vuruk çok kötü çarptı bizi çok! Allah sabır versin geride kalanlara, gidenlerin ise mekânı cennet olsun. Ve diliyorum ki çarpmanın ilk anında canlarını vermiş olsunlar. Kaç gecedir gözüme uyku girmiyor. Su da yaşanan can pazarı gözümün önünden gitmiyor çünkü.
Ve sevgili okuyucularım acı garip bir şey. Evlat acısı ondan garip ama insan da garip bir şey; Çok dayanıklı canım ya? “Dayanmam” der. Ama dayanır. Gülünecek yerde güler. Acıkınca yer içer. Birisi anneliğini sorgulayınca deliye döner!
Ve sevgili okuyucularıma canınız yanıyor ama neresi diye sorsanız bilmiyoruz her tarafımız acı kesilmiş ömrümüzün hiçbir zamanında bu kadar acı yaşamadık. Daha ne yaşayacağız bilmiyoruz. Binmişiz bir alamete gidiyoruz kıyamete gibi hissediyoruz. Allah sonumuzu hayretsin.
Bütün kazazedelere geçmiş olsun, yiten canlara rahmet, kalanlara sabır diliyorum. İskenderun’un başı sağ olsun. Ve sevgili şehitlerime Tanrı’dan rahmet diliyorum mekânınız cennet olsun. Terörü ve destekleyenleri lanetliyoruz. Sağlık ve sevgiyle kalalım sevgili okuyucularım kalabiliyorsak. Ayrımsız gayrımsız hep beraber. Yase
& & & & &
İki Kardeş
Vaktiyle, kardeş olan Kabil ve Habil isminde iki Adem oğlu, Allahü Teâlâ için birer kurban, ona manevî yakınlık sağlayacak birer nesne arz etmişlerdi. Kabil katı tabiatlı, Habil ise takva sahibi bir kimse idi. Herhangi bîr delil ile Habil’in kurbanının kabul olunduğu Kabil’in kurbanının ise kabul olunmadığı anlaşıldı. Kurbanı kabul edilmeyen Kabil, Habil’in kurbanının kabul edilmesinden dolayı ona hased ederek: “Ahdim olsun seni öldüreceğim” dedi. Habil de dedi ki: “Allahü Teâlâ ancak takva sahiplerinden kabul buyurur. Binaenaleyh Allah’dan kork, niyyetini düzelt. Eğer sen beni öldürmek için elini uzatırsan, ben seni öldürmek için elimi uzatmam. Çünkü ben, âlemlerin Rabb’ı olan Allah’dan her halde korkarım. Ben bu suretle şunu isterim ki, beni günaha sokmayasın da hem benim günahım, hem de kendi günahınla dönüp gidesin, bu iki günahı yüklenerek can verip Hakk’ın huzuruna Varasın da Cehennem ehlinden olasın. Zira zalimlerin cezası budur.”
Bu takva, bu salim fikir, bu hayır ve nasihat, bu kardeşlik hissi üzerine, kurbanı kabul edilmeyen zalim Kabil’in nefsi, kendisine kardeşi Habil’i öldürmeyi arzu ettirdi. Yani vaz geçirmek şöyle dursun öyle bir cinayet güya bur tâat şevkiyle endişesiz yapılabilecek, mâniden uzak, arzusuna uyulur bir şey gibi gösterdi, kolaylık hatta gayret verdi. Bu suretle nefsi, Kabil’e bu cinayeti bir yem gibi önüne gerilmiş pek hoş bir şey gibi gösterip ve bu isyanı icrası lâzım bir tâat gibi kabul ettirince de Kabil kardeşini öldürdü. Ancak, bu cinayeti ile kendisine bir fayda sağlama ihtimali olmadığından başka, dininde de, dünyasında da hüsrana uğradı, zarar ve ziyan içinde kaldı, öldürdüğü kardeşinin cesedini ne yapacağını şaşırdı, çaresizlikler içerisinde kıvrandı. Sonra Allah ü Teâlâ, yerde deşinen bir karga gönderdi. ona kardeşinin cesedini nasıl örtüp gizleyeceğini göstermek içindi. Katil, karganın bu hareketinden ilham alarak: “Eyvahlar olsun, vay bana, ben şu karga kadar olup da kardeşimin iaşesini gömüp gizlemekten aciz oldum ha!” dedi ve bunun üzerine nadimler güruhundan oldu, pişmanlıklar içerisinde kaldı.
Bu kıssadaki Kabil ve Habil ismindeki iki kardeşin Adem aleyhi selamın kendisinin iki oğlu olduğu, ekseri müfessirlerin görüşü olmakla beraber İsrail oğullarından iki Adem oğlu olduklarını söyleyenler de vardır. Ancak dikkat edilmesi lâzım gelen husus, şahısların tayini değil, vakanın hakikatidir. Çünkü Kabil ve Habil kıssası namıyla acayip ve garip bir çok şeyler söylenmiştir. Binaenaleyh hata olmak ihtimalinden kurtulamayacak olan türlü türlü rivayetlerden ve tafsilâttan sakınarak Kur’ân-ı Kerîm’deki beyanın esas alınmasına dikkat çekilmiştir. Nitekim mealen şöyle buyrulmuştur: “Allahü Teâlâ iki Adem oğlu ile bir mesel darp etti, bunun hayrını tutun, şerrini bırakın.”
(Mâide Sûresi)
Günün Şiiri
Alacakaranlıkta
Akşam karanlıklarla sarmaş dolaş
Sen de sarılmışsın yalnızlığına,
Taksiler kurşun gibi gelir geçer
Troleybüsler salına salına.
Tek tük kadınlar aydınlatır caddeyi.
Genç kızlar beyaz neonlar gibi.
Ortancalar gül rengi ışık saçar,
On beşine varmamışlar masmavi.
Sen de yalnızlık saçarsın.
İçmeye korkarsın, efkâr basar.
Ağlayamazsın elâlem var.
Şapkanı bile çıkaramazsın
Saçlarını uçurur rüzgâr…
Gittim deniz kıyısına oturdum.
Akşam karanlıklarda sarmaş dolaş,
Ben de denize akıyordum
Irmaklar gibi yavaş, yavaş…
Cahit KÜLEBİ
HİKÂYE
Senin dudakların pembe
Ellerin beyaz,
Al tut ellerimi bebek
Tut biraz!
Benim doğduğum köylerde
Ceviz ağaçları yoktu,
Ben bu yüzden serinliğe hasretim
Okşa biraz!
Benim doğduğum köylerde
Buğday tarlaları yoktu,
Dağıt saçlarını bebek
Savur biraz!
Benim doğduğum köyleri
Akşamları eşkıyalar basardı.
Ben bu yüzden yalnızlığı hiç sevmem
Konuş biraz!
Benim doğduğum köylerde
Kuzey rüzgârları eserdi,
Ve bu yüzden dudaklarım çatlaktır
Öp biraz!
Sen Türkiye gibi aydınlık ve güzelsin!
Benim doğduğum köyler de güzeldi,
Sen de anlat doğduğun yerleri,
Anlat biraz!
Cahit KÜLEBİ
Günün Sözü
Haksızlığa sapıp bütün insanların senin peşinden gelmeleri yerine, adaletli davranıp tek başına kalman iyidir.
Gandhi
Hakiki ve ciddi bir tek felsefi sorun vardır: İntihar. Hayatın yaşamaya değer olup olmadığını yargılamak, bu felsefenin temel sorusunu oluşturur.
Albert Camus