“Anılar defterinde gül yaprağı / Gibi unutuldum, kurudum” diyordu bir şiirinde Cahit Zarifoğlu.. “Seni anlatabilmek seni / İyi çocuklara, kahramanlara” diyordu Ahmet Arif de ve ekliyordu: “Art arda kaç zemheri / Kaç leylim bahar / Hasretinden Prangalar Eskittim..”
Anılar defteri takvimlerin 17 Nisan tarihli dünkü yapraklarında, açılışının üzerinden 76 ‘leylim bahar’ geçse de teorisi unutulmayan ve fakat kapatılması sonrasında ‘zemheride’ kalan pratiği gül yaprağı misali kurutulan; halkçı, toplumcu, milli eğitimcilerin ‘hasretinden kalemler eskittiği, Köy Enstitülerinin kuruluş günü yazıyordu..
Anlatabilmek seni, Köy Enstitülü şairlerimizden Hataylı Ali Yüce’nin, “Hasretinden Azık” adlı şiirinden dizelerle: “Acıkmayasın / Sevgi koydum // Yer dolusu çiçek / Gök dolusu güneş / Verdim sana / Üşümeyesin // Korkmayasın / Işık koydum / Azık sana.”
Azığında sevgi, ışık.. Azığında ulusal, evrensel değerler.. Bu değerlerle beslenen.. İçinde bulunduğu topluma yabancılaşmayan.. Ona hizmet ülküsüyle kendisini adayan.. Bu toprağın, bizim toprağın çocukları.. Eğitime erişimde eşitlikten yoksun kalmış yoksul köy çocukları.. Bu toprakları, susuz, kıraç, bozkır toprakları yeşertebilmek.. Yeşertebilmek halkın sararan umudunu.. Paylaşarak azığındakileri, kurtarabilmek çocukları kerpiçten, çuldan..
“Yurdumuz uçsuz bucaksız / Gökte yıldız kadar köylerimiz var” diyordu Cahit Külebi, “Köy Öğretmenleri” adlı şiirinde.. Ve devam ediyordu: “Siz kara göklerin yıldızları / Işıtın yurdumuzu sabah kadar.” Soruyordu, “Yıldızların Uzaklığına Övgü” başlıklı şiirinde İsmet Özel de; “Anılacak günlerim olmadı mı benim?”
“Anılacak günlerimiz var bizim de” diyerek uyandığımız 17 Nisanlı sabahlarda, “anılar defterinde gül yaprağı” gibi hatırlarız önce Köy Enstitülerini.. Sonra? Sonrası “yenilginin edebiyatı!”
R. Jacoby, “Yenilgi, yenileni takdis etmez. Yenilgi, gelecekteki zaferleri içerebilir. Tam tersine, uzak zaferleri ‘zamanda ve mekânda’ tekrarlamak için çabalar, sadece bir yenilgiler geçmişini ebedileştirebilir” diyordu ‘Yenilginin Diyalektiği’ adlı kitabında.. Ve açıklıyordu ileriki sayfalarında, içeriğinden soyutlanarak yüceltilmiş ve fakat yeniden üretilmemiş pratiksiz teorinin literatür zengini olduğunu, yenilginin ebedileştirilmesinin temelinde “konformizm” bulunduğunu..
Soralım yenilginin diyalektiğine atıfla: “Köy Enstitüsü” literatürümüz “fakir mi?” Hayır, “Fakir Baykurt’lu edebiyat değil sorunun kastı.. Ya? Her yıl 17 Nisanlarda, duvarları “kerpiç ev” tablolu konforlu odalarda yazılıp konferans salonlarına sunulan yüzlerce makalenin ortak paydası ne? Yenilgiyi kutsamak mı yoksa? Köylerdeki pratiği şöyle dursun, enstitülerde uygulanan eğitim teorisinin kentlerde yeniden üretilememesinin nedeni, acaba yenilgiler geçmişini ebedileştiren ‘lümpen’ tabiatlı aydınların ‘bohem’ Köy Enstitüsü edebiyatı mı?
Uzun yıllar çalıştım Samsun, Çorum, Zonguldak’ın, “konfordan” uzak dağ köylerinde.. Halkçılık teorisinin pratiğini yaşadım her sabah çorapsız lastik ayakkabılarla kar kış demeden koşarak gelen öğrencilerimde.. Lastik ayakkabılarını değiştiremesem de, bir çift çorap olmaya çalıştım ayaklarına! Edebiyat mı bu?
Ya sonra? Sonra dağlardan, bereketli ova üzerinde modern yapılarla yükselen, Sinop, Samsun, Adıyaman dağ köylerinde evleri baraj altında kalanlar için yapılan “Göçmen Evleri” diğer adıyla Reyhanlı, Tayfur Sökmen köyüne geldim Hatay’ımızın.. Bir sabah dilinden Köy Enstitüsü edebiyatı eksik olmayan “ilerici” bir bayan öğretmen arkadaşla giderken okula, gördük, yol üzerinde bir kadın kuruması için tezek bırakıyordu kaldırıma.. Görünce elleri tezek içindeki anayı, ekşitti yüzünü, “geriye” döndü hoca hanım yönünü! Söylemesem yabancılaşacaktım düşlerime.. “Hoca hanım” dedim, en edebi tavrımı ses tonuma yükleyerek; “Sen tiksindin tezekli ellerden, ben tiksindim kalemli ellerden!”
Sözde toplumcu o arkadaşın evinin duvarlarında da vardı “ibriklerle, kerpiç evlerle, yırtık pırtık çullarla nakışlı” tablolar! O tür edebiyatın bir tür savunma mekanizmasıydı “halk bizi anlamıyor” türünden kibirli sohbetler! Yırtık pırtık çuldan kilime, kilimden halı iklimlerine taşınmak isteyen halka, “hasırlı pikniklerle” çalım satmak gibi mesela! “Eli tezekli” anaların çocuklarını dışlayarak oluşturduğu “konforlu” özel ders odalarından sözde toplumculuk edebiyatı yapan bir çok “yen içinde kırık kollu” öğretmen öyküsünü “yen dışına” aktarabilirim yenilginin diyalektiğine atıfla edebi bir üslupla bu anlamda..
Ve fakat ne gereği var! Toplumcu diliyle “herkes okusun yeteneği olanlar daha çok okusun” diye söylediklerini; bireyci, piyasacı elleriyle “parası olan okusun” anlayışıyla yalanlayan, halkın değerlerine yabancı lümpen kişiliklerin, hak hukuk eşitlik özlü değerler üzerinden bohem edebiyatı yapmalarının bir değeri var mı ki gereği de olsun!
Selam ve saygılar… ozdemirgurcan23@gmail.com