Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Hayat devam ediyor, vurdu, kırdı, kan, revan… Koskocaman bir sinema perdesinde korku filmi izliyor gibiyiz, küçük büyük, gören görmeyen, hisseden hissetmeyen (hissetmeyenler, görmeyenler de olacak tabi, yoksa bu filmi çekmeye gerek kalmazdı…) karman çorban yaşıyoruz. Yediğimiz boğazımızda düğüm, düğüm, uykularımız, deniz kenarında öylece uyur gibi yatan Aylan bebeklerle, kanla yıkanan zombilerle, kedisine sarılmış sınırda bekleşen yapayalnız çocuklarla şimdi birde cayır, cayır yanan gençler eklendi, acı umutsuzluk ve yürek ağrısıyla bölük, pörçük.
Uyanmak yeni güne mutlu edemez oldu bizi. Çünkü yeni gün yeni dert olmaya başladı çoktan beri. Duamız Allah bu günü unutturmasın iki dakika sonra kötü bir şey olmasın oldu. “An”lara önem veriyorduk ama artık “an” mesafesinde geliyor felaketler üzerimize-üzerimize. Kişisel sıkıntılarımız, hastalıklarımız, sanatsal faaliyetlerimiz hep vicdan azabı kesildi içimize. Hep umut güneşten doğar dedik, güneşe selam diyerek güne başladık ama güneşte eskisi gibi parlamaz oldu. Gri bir sisin ardına gizlendi. O da Aylan bebekleri karanlık sularda ölmemek için mücadele veren insanları, kedisine sarılmış gözlerinde korku olan çocukları görmek istemiyor artık sanki elinden gelse çekecek bütün ışığını örtecek karanlıkla bütün acıları.
Yeni dalga Suriyeli sığınmacıları kapıda alsan bir dert, barınma, yeme, içme, sağlık, eğitim sorunları… Almazsan vicdan nerede kalır?? Keşke yalnız onlar olsaydı, yerinden, toprağından kopan, güney doğu insanı da işsiz, güçsüz, evsiz, barksız kaldı. Terör sayesinde anıları, hayalleri, umutları, yıkıntılar arasında kayboldu gitti. Şimdi kendi vatandaşımıza gereken yardımı yapamıyorken Suriyelilere ne yapacağız? Üniversite bitirmiş, işsiz güçsüz gençlerimizi ne yapacağız, her evde bir cenaze, bir işsiz genç var, bu yetmezmiş gibi herkes borç harç içinde… Gencecik çocuklarımız şehit oluyor. İşsiz kalan gençler bunalıma girip kendini yakıyor. Antalya’da kendini yakan işçi ne yazık ki ölmüş. Biz bu veballe nasıl yaşayacağız. Valla bilemiyorum.
Nasıl aldığımız soluk aynı olabilir artık? Biz nasıl bu duruma düştük? İnsanlar nasıl hala her şey tozpembeymiş gibi yaşayabilir? Sokaklarda araçlar artık kaldırımlara park eder oldu. Evlerimize girebilmek için aynalarını eğmek zorunda kalıyoruz. İçimden tekmelemek geliyor ne yalan söyleyeyim. Ama o dehşet otokontrol yine devreye giriyor korkuyorum bir gün oda dayanmayarak saf dış olacak biz de canavarlaşacağız. Ki artık 9-10 kişi birden öldürmeye başladı insanlar birinin yerine bütün aileyi kurşuna diz gitsin. İnsanlar açlık sınırında iken herhalde şirazeleri tümden kayıyor bu araçların fazlalığı da tuzu biberi oluyor.
Çaresizlikten kendini yakıyor insanlar bir yerde. Bir yerde de nereden bulduğunu sorsan yanıt alamayacağın meblağlarda araç sahibi oluyor. Nasıl bir düzen, nasıl bir sosyal adalet bilemiyoruz. Evler yıkılıyor, sokaklar harabeye dönüyor, bahara yeni dalga terör bekleniyor diyorlar. Ve bizler ultra gökdelenleri, rezidansları telaffuz edemeyeceğimiz fiyatlara satıp, reklamını yapıyoruz Beştepe manzaralı diye.
Bizim rezidanslarda cabası. Arap şeyhler gelip altınla yıkansın otelimizde sonra denize bakan camide namaz kılsın. Oh ne güzel hayat…
Ve sevgili okuyucularım yine umuda sarılalım, birleşelim, birbirimizin elini bırakmayalım. Sağlık ve sevgiyle kalalım her zaman ayrımsız gayrımsız. Çünkü bize bizden başkası yardım edemez ve umut yoksulun ekmeği unutmayalım. Yase
& & & & &
Bu umutsuzluğun içinde biraz tebessüm edelim diye fıkra gibi bir hikaye okumaya ne dersiniz?
Babaya Mektup
Adam oğlunun odasının önünden geçerken hayretle bakakaldı. Yatağı güzelce toplanmıştı ve odası hiç olmadığı kadar derli toplu görünüyordu. Sonra adam yastığın üzerine bırakılmış mektup zarfını fark etti. Üzerinde “Babama” yazıyordu. Aklından geçen bin bir kötü düşünceyle mektup zarfını açtı ve titreyen elleriyle mektubu okudu: “Sevgili baba; Sana bu satırları derin bir pişmanlık ve üzüntü içinde yazıyorum. Kız arkadaşımla kaçmak zorundaydım çünkü seni ve annemi yaşanacak rezaletten uzak tutmak istedim. Gerçek tutku ve aşkı ben Jale ile buldum ve o öyle tatlı ki anlatamam…
Şunu biliyordum siz onun vücudunun her yerine taktığı küpeleri, derisine işlettiği dövmeleri, kendine has o çılgın giyim tarzını asla ama asla onaylamayacaktınız ve tabi benden çok büyük olması da bir sorundu. Fakat benim için bunlar değildi gerçek tutku ve gerçek aşk… Baba Jale hamile! Jale’nin dediğine göre çok mutlu olacağız. Ormanda kendine ait bir karavanı ve tüm kış yetecek kadarda yakacağı var. Bir sürü çocuğa sahip olma düşüncesi rüyalarımızı süslüyor. Jale benim gözlerimi esrar gerçeğine açtı ve artık biliyorum ki esrar kimseye zarar vermez.
Esrar yetiştirecek ve insanlara pazarlayacağız ve yine bu sayede ihtiyacımız olan kokain ve ekstaziye ulaşacağız. Artık tam anlamıyla bilime yalvarıyoruz dualar ediyoruz şu AIDS’in çaresi bulunsun ve Jale sağlığına kavuşsun diye… O kesinlikle iyileşmeyi hak ediyor. Endişelenmeyi bırak baba ben 15 yaşındayım ve kendi başımın çaresine bakabilirim. Eminim bir gün geri döneceğiz ve sen kendi torunlarını tanıyacak, seveceksin. Oğlun Cihan
NOT: Baba yazdığım mektubun tek kelimesi bile doğru değil. Ben Mehmet’lerdeyim. Sadece sana; masamın üzerinde seni bekleyen karneden daha kötü şeylerin olduğunu hatırlatmak istedim.
Günün Şiiri
Bu Zindan, Bu Kırgın, Bu Can Pazarı
Gördüler
Yedi cihan,
İn, cin, Kaf dağının ardındakiler,
Kıtlık da kıran da olsa
Gördüler analar neler doğurur
Aman aman hey…
Dünyalar vardır elvan,
Bir su damlasında, bir kıl ucunda,
Meyvalar vardır, meyvalar,
Ağacı, omcası yok,
Sana vurgun, sana dost.
Beride Kabil’in murdar baltası
Ve kan değirmenleri,
Kader kahpesi.
Beride borazancıları o puşt ölümün,
Hazır ırzını vermeğe
Yiğitler vuruldukça.
Timsah kısmı çünkü yavrusunu yer
Akarsu duruldukça.
Cadı, yalan hamurunu dağ – dağ yoğurur
Aman aman hey
Bu zindan, bu kırgın, bu can pazarı,
Macera değil.
Yaşamak, sade “yaşamak”
Yosun, solucan harcıdır.
Öyle açar ki murat.
Susuz, güneşsiz de kalsa, koparılsa da
Şavkı, bulut güllerinden daha bir suna,
Daha bir burcu – burcudur.
Bu zindan, bu kırgın, bu can pazarı
Macera değil
Sardığım toprağımın altın sabrıdır.
O sert, erkek hüznüdür lahza başında
Cıgara değil.
Ve sevgilim uykusunda bağrır
Aman aman hey…
Meltemin bir tadı, ustura ağzı
Biri, kız memesi, tılsım,
Yağmurun bir damlası süzülmüş küfür,
Bir damlası, aşk.
Senin uykuların hayın,
Düşlerin kardeş.
Duyar mısın, anlayıp sızlar mısın ki?
Gece, samanyollarında rüzgar çıkıncayadek,
Mısralarım kardeş – kardeş çağırır
Aman Aman hey…
Serabın bir sonu vardır,
Ufkun, sıradağın sonu.
Uçarın, kaçarın bir sonu vardır
Senin sonun yok.
Mandaların, kavakların pazarı olur,
Senin pazarın olamaz.
Sensiz nar çatlamaz, bebek gııı demez.
Beni böyle şair, divane etmez,
Kızımın çatal göğsü.
Senin yüzün suyu hürmetinedir
Buğdaylara, cevizlere yürüyen
Kara toprağın ak südü…
Bir bilsen kimlere tasa, kedersin,
Anlar mısın, şaşırıp ağlar mısın ki?
Bir bilsen kardeşlerim ne can çocuklar
Ve bilsen nasıl vurur beni bu duvar.
Akşam – akşam, kara sevdam ağırır
Aman, aman hey…
Ahmed ARİF
Günün Fıkrası
Nasreddin Böyle Atar
Kasabanın eşrafı ok atmaya giderken Nasreddin Hoca’yı da yanlarına almışlar. Sırasıyla herkes hedefe ok atmış. Kimi isabet ettirmiş, kimi ettirememiş. Sıra Hoca’ya gelince; “Haydi Hoca seni de görelim” demişler.
Hoca fırlatmış, ok hedefin çok uzağına düşmüş; “İşte, demiş Hoca, Sekban başı böyle atar.” İkinci ok da hedefi vurmamış. Hoca bu kez de: “Bizim Subaşı da böyle atar” demiş. Üçüncü ok hedefe tam isabet edince göğsünü kabartıp arkadaşlarına dönüp eklemiş: “İşte Nasreddin de böyle atar.”
Günün Sözleri
Kopan bir ipe sımsıkı bir düğüm atarsanız, ipin en sağlam yeri artık bu düğümdür. Ama ipe her dokunuşunuzda canınızı acıtan tek nokta yine o düğümdür.
Çin Atasözü
Yalnız yaptıklarımızdan değil, yapmadıklarımızdan da sorumluyuz.
Moliere