Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Korku filmi izler gibi yaşıyoruz hayatı. Hem gerçekte hem de uykuya yattığımız sayılı birkaç saat içinde.
Bu kaçıncı tuzla buz olan yaşanmamış hayatlar! Her taraf ağıt, her taraf duygu ağırlığı altında inliyor. Bulutlar üzgün, yağmur isyanda, iki günden beri yer gök ağlıyor şehitlerine, (Gazipaşa’da) gök gürültüsü “yeter kendinize gelin” diye inletiyor her tarafı, yağmur önüne geleni silip süpürüyor. Aileler dahil hepimiz uyuşturulmuş gibi izliyoruz sıra-sıra bayrağa sarılmış şehitlerin aziz naaşlarını. Düşünüyorum, dudaklarım çizgi gibi sımsıkı kilitli, gözlerim kupkuru.
Eğer gerçekten şimdi aniden herkes birden içine gömdüğü acısını, sıkı sıkıya tuttuğu gözyaşlarını birden salıverse ortalığa ne olurdu? Feryat figandan inlerdi her taraf, depremler olur, yer gök birbirine karışırdı. Dağlar un ufak olup dağılırdı, nehirler taşar, yaşlar sel olurdu. Ya da bilmiyorum ne olurdu? Ama biliyorum ki bir feryat etmeye başlasam tamda, yüreğimin hançerinden, rahat dünyanın öbür ucundan duyulurdu ahım figanım… Ama olmuyor, yapamıyoruz. Salıvermekten korkuyoruz duygularımızı, korkunun o mantıksız despotluğundan ve yığıyoruz acıları üst üste. Ve onları yatıştırmaya yetmiyor hiçbir güzel söz. Ya da başsağlığı dileği…
Yollara düşmek yalın ayak, koşmak ve koşmak geçiyor içimden. Sadece koşmak dünyanın sonuna doğru… Hiç durmadan.
& & & & &
Korkuyla yatıp korkuyla uyanır olduk ve derinden, derin bir paranoya yaşıyor gibi olduk hep birlikte. İçimden yine koşmak geliyor öylesine. Hiç durmadan… Dünyanın sonuna doğru!!!
& & & & &
Ve sevgili okuyucularım haftanın ikinci yazısı ve ben koşmak isteyerek uyanmadım her an bir şeye gebe. Biliyorum ama doğumu beklemek istemiyorum, koşmak istiyorum yalın ayak uçar gibi dünyanın sonuna doğru. Ve şimdilik sağlık ve sevgiyle kalalım birlik, beraberlik içinde her zaman. Ayrım gayrıma inat… Yase
& & & & &
Kuyumcu
Vaktiyle bir bilge hoca, yıllarca yanında yetiştirdiği öğrencisinin seviyesini öğrenmek ister. Onun eline çok parlak ve gizemli görüntüye sahip iri bir nesne verip: “Oğlum” der, “Bunu al, önüne gelen esnafa göster, kaç para verdiklerini sor, en sonra da kuyumcuya göster. Hiç kimseye satmadan sadece fiyatlarını ve ne dediklerini öğren, gel bana bildir.”
Öğrenci elindeki ile çevresindeki esnafı gezmeye başlar. İlk önce bir bakkal dükkanına girer ve “Şunu kaça alırsınız?” diye sorar. Bakkal parlak bir boncuğa benzettiği nesneyi eline alır; evirir çevirir; sonra: “Buna bir tek lira veririm. Bizim çocuk oynasın” der.
İkinci olarak bir manifaturacıya gider. O da parlak bir taşa benzettiği nesneye ancak bir beş lira vermeye razı olur.
Üçüncü defa bir semerciye gider: Semerci nesneye şöyle bir bakar, “Bu” der “Benim semerlere iyi süs olur. Bundan kaş dediğimiz süslerden bir on lira veririm.”
En son olarak bir kuyumcuya gider. Kuyumcu öğrencinin elindekini görünce yerinden fırlar. “Bu kadar değerli bir pırlantayı, mücevheri nereden buldun?” diye hayretle bağırır ve hemen ilâve eder. “Buna kaç lira istiyorsun?” Öğrenci sorar: Siz ne veriyorsunuz?” “Ne istiyorsan veririm.” Öğrenci, “Hayır veremem.” diye taşı almak için uzanınca kuyumcu yalvarmaya başlar: “Ne olur bunu bana satın. Dükkânımı, evimi, hatta arsalarımı vereyim.” Öğrenci emanet olduğunu, satmaya yetkili olmadığını, ancak fiyat öğrenmesini istediklerini anlatıncaya kadar bir hayli dil döker. Mücevheri alıp kuyumcudan çıkan öğrencinin kafası karma karışıktır.
Böylesi karışık düşünceler içinde geriye dönmeye başlar. Bir tarafta elindeki nesneye yüzünü buruşturarak 1 lira verip onu oyuncak olarak görenler, diğer tarafta da mücevher diye isimlendirip buna sahip olmak için her şeyini vermeye hazır olan ve hatta yalvaran kişiler…
Bilge hocasının yanına dönen öğrenci, büyük bir şaşkınlık içinde başından geçen macerasını anlatır. Bilge sorar: “Bu karşılaştığın durumları izah edebilir misin?”
Öğrenci: “Çok şaşkınım efendim, ne diyeceğimi bilemiyorum, kafam karmakarışık” diye cevap verir.
Bilge hoca çok kısa cevap verir: “Bir şeyin kıymetini ancak onun değerini bileni anlar ve onun değeri bilenin yanında kıymetlidir.”
Her insanın hayatında varlığını ve değerini bilen, hisseden, fark eden kuyumcular mutlaka vardır. Mesele kuyumcuyu bulmaktadır…
Günün Şiiri
Koşmak İstiyorum
Koşmak..Koşmak
toz toprak içinde
çığlık atıyor dünya
hiddetli bakışlar
sönmeyen yangınlar
görüyorum
kırlara
dağlara
bulanık sulara
çamurlara düşüp çıkıyorum
yıkılmış ben olmak istemiyorum
içimde derin arayışlar
gerçeğin başında
hayallerime doğru
bir hakikat peşinde
koşmak istiyorum…
Mustafa KAYA
Her Şeyi Kuşatır Sevda
Gizem deyip başlıyorum adına
Cılız bir güneş, soldu solacak
Bir haziran sonu ki yağmur bekleniyor
Akıyor insanlar kendi dünyalarında
Ve herkes anlatabilir bir ağrıyı
Ben söylesem bu yaz akşamını
Biri bir sevda titreşiminden söz etse
Düşün ki saçlarını savuruyordu rüzgâr
Gözleri gülüyor ama karanlık kirpikleri.
Hadi konuşalım o umarsız ağrıdan
Boğuk bir ses, benim olmayan asla
Gözlerim kısılıyor ve bulantı aniden
Şuramda bir ağrı, şurama kadar
Yanıyor gözlerim, bir duman gözlerimden.
Konuşulsun yağmurun dolandığı o günden
Cılız da olsa güneşti o şakaklarımızda
İnsanlar… İnsanlar hep yanlarımızda
Akıyor kalabalık dalgın bakışlarımda
Düşün ki saçlarını savuruyordu rüzgâr
Ben, gizem diyordum her şeyin adına.
İki can yürüsün ve birbirinden habersiz
İki can, iki yürek, tek kalp ağrısı bir de
Biri desin ki saçlarında haziran
Kirpiğinde mavilik, kirpiğinde gökyüzü
İki can ve akıyor insanlar dünyalarında
Biri desin ki sözlerin ne yararı var
Biri desin ki bırak başlasın sevda.
Bir haziran akşamı yetmiş dokuz yılında
Elini uzat ve ayrıl, yer sarsılıyor
Elini uzat ve ayrıl, dolanıyor bulutlar
Elini uzat ve ayrıl, günlerden salı.
Birtakım lekeler, bulutlar akıyordu
Etrafta insanlar bir karaltı olarak
Biri diyecek ki ellerin titriyordu
Biri saati sorsa ağlayacaktım
Elini uzat ve ayrıl, kararıyor bulutlar
Bütün hızıyla o zehir damarlarımda
Gökte haziran, yağdı yağacak yağmur
Geçip gidiyordu dünya bakışlarımda
Birtakım lekeler, bulutlar akıyordu
Ben, gizem diyordum bunların adına.
Elbet hızla akıp gidiyordu hayat
Kaç zamandır görmediğim ışıltılı bir yüz
Belki de coşkulu bir haber vardı akşama
Bir zaman sonra her şey unutulsa da
Kardeşim, yüreğim koca bir diş gibi sızlıyordu
Biri diyordu ki bırak başlasın sevda
Ötekinin kirpiğinde acımasız karanlık
Gizem deyip geçiyordum bunların adına
Bir türlü başlamıyordu yağmur
Her şeyi, her şeyi kuşatıyordu sevda.
Erol ÇANKAYA
Günün Fıkrası
Kendisini fare zannettiği için ailesi tarafından bir akıl hastanesine yatırılan adam, birkaç yıllık bir tedavinin ardından; iyice kendine gelmiş. Doktorlar, artık taburcu etmeyi düşündükleri hasta ile son bir görüşme yaparak, iyileştiğinden emin olmak istemişler. Adama sormuşlar: “Söyle bakalım; sen insan mısın, fare misin?”
Adam gülümsemiş: “Doktor bey, o günleri geride bıraktım. Elbette ki ben bir insanım.” Doktorlar, içleri rahatlayarak: “Tamam o zaman, artık burada kalmana gerek kalmadı”, demişler ve çıkış belgelerini uzatmışlar.
Birkaç dakika sonra, gruptaki doktorlardan biri bahçeye çıktığında, adamı bir ağacın arkasına saklanır halde görmüş. “N’oldu yahu? Sıkılmadın mı buradan, çıksana, git özgürlüğün tadını çıkar!” “İyi de doktor bey, orada bir kedi var!” “Eee, ne olmuş kedi varsa; hani sen artık bir fare olmadığını biliyordun?” “Ya doktor bey, ben fare olmadığımı biliyorum da; kedi benim fare olmadığımı nereden bilecek?”
Günün Sözü
% 1000 Kazanç elde edilebilir, ama %100’den daha çok kaybedilemez.
Hermann Josef Abs