Yalın Ayak Koşmak, Bu Sabah İçimden Gelen Bu! Dünyanın Sonuna Kadar…

0
87

Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Korku filmi izler gibi yaşıyoruz  hayatı. Hem gerçekte hem de uykuya yattığımız sayılı birkaç saat içinde.

Bu kaçıncı tuzla buz olan yaşanmamış hayatlar! Her taraf ağıt, her taraf  duygu ağırlığı altında inliyor. Bulutlar üzgün, yağmur isyanda, iki günden beri yer gök ağlıyor şehitlerine, (Gazipaşa’da) gök gürültüsü “yeter kendinize gelin” diye inletiyor her tarafı, yağmur önüne geleni silip süpürüyor. Aileler dahil hepimiz uyuşturulmuş gibi izliyoruz sıra-sıra bayrağa sarılmış şehitlerin aziz naaşlarını. Düşünüyorum, dudaklarım çizgi gibi sımsıkı kilitli, gözlerim kupkuru.

 Eğer gerçekten şimdi   aniden  herkes birden içine gömdüğü  acısını, sıkı sıkıya tuttuğu gözyaşlarını birden  salıverse  ortalığa  ne olurdu? Feryat figandan  inlerdi her taraf, depremler olur, yer gök birbirine karışırdı. Dağlar un ufak olup dağılırdı, nehirler taşar, yaşlar sel olurdu. Ya da  bilmiyorum ne olurdu? Ama biliyorum ki bir feryat etmeye başlasam tamda, yüreğimin hançerinden, rahat dünyanın öbür ucundan duyulurdu ahım figanım… Ama olmuyor, yapamıyoruz. Salıvermekten korkuyoruz duygularımızı, korkunun o mantıksız despotluğundan ve  yığıyoruz  acıları üst üste. Ve onları yatıştırmaya yetmiyor hiçbir güzel söz. Ya da başsağlığı dileği…

Yollara düşmek  yalın ayak, koşmak ve koşmak geçiyor  içimden. Sadece koşmak dünyanın sonuna doğru… Hiç durmadan.

& & & & &

Korkuyla yatıp korkuyla  uyanır olduk ve derinden, derin bir paranoya yaşıyor gibi olduk hep birlikte. İçimden yine koşmak geliyor öylesine. Hiç durmadan… Dünyanın sonuna doğru!!!

& & & & &

Ve sevgili okuyucularım haftanın ikinci yazısı ve ben koşmak isteyerek uyanmadım  her an bir şeye gebe. Biliyorum ama  doğumu beklemek istemiyorum, koşmak istiyorum yalın ayak uçar gibi dünyanın sonuna doğru. Ve şimdilik sağlık ve sevgiyle kalalım birlik, beraberlik içinde her zaman. Ayrım gayrıma inat… Yase

& & & & &

Kuyumcu

Vaktiyle bir bilge hoca, yıllarca yanında yetiştirdiği öğrencisinin seviyesini öğrenmek ister. Onun eline çok parlak ve gizemli görüntüye sahip iri bir nesne verip: “Oğlum” der, “Bunu al, önüne gelen esnafa göster, kaç para verdiklerini sor, en sonra da kuyumcuya göster. Hiç kimseye satmadan sadece fiyatlarını ve ne dediklerini öğren, gel bana bildir.”

Öğrenci elindeki ile çevresindeki esnafı gezmeye başlar. İlk önce bir bakkal dükkanına girer ve “Şunu kaça alırsınız?” diye sorar. Bakkal parlak bir boncuğa benzettiği nesneyi eline alır; evirir çevirir; sonra: “Buna bir tek lira veririm. Bizim çocuk oynasın” der.

İkinci olarak bir manifaturacıya gider. O da parlak bir taşa benzettiği nesneye ancak bir beş lira vermeye razı olur.

Üçüncü defa bir semerciye gider: Semerci nesneye şöyle bir bakar, “Bu” der “Benim semerlere iyi süs olur. Bundan kaş dediğimiz süslerden bir on lira veririm.”

En son olarak bir kuyumcuya gider. Kuyumcu öğrencinin elindekini görünce yerinden fırlar. “Bu kadar değerli bir pırlantayı, mücevheri nereden buldun?”  diye hayretle bağırır ve hemen ilâve eder. “Buna kaç lira istiyorsun?” Öğrenci sorar: Siz ne veriyorsunuz?” “Ne istiyorsan veririm.” Öğrenci, “Hayır veremem.” diye taşı almak için uzanınca kuyumcu yalvarmaya  başlar: “Ne olur bunu bana satın. Dükkânımı, evimi, hatta arsalarımı vereyim.” Öğrenci emanet olduğunu, satmaya yetkili olmadığını, ancak fiyat öğrenmesini  istediklerini anlatıncaya kadar bir hayli dil döker. Mücevheri alıp kuyumcudan çıkan öğrencinin kafası karma karışıktır.

Böylesi karışık düşünceler içinde geriye dönmeye başlar. Bir tarafta elindeki nesneye yüzünü buruşturarak 1 lira verip onu oyuncak olarak görenler, diğer tarafta da mücevher diye isimlendirip buna sahip olmak için her şeyini vermeye hazır olan ve hatta yalvaran kişiler…

Bilge hocasının yanına dönen öğrenci, büyük bir şaşkınlık içinde başından geçen macerasını anlatır. Bilge sorar: “Bu karşılaştığın durumları izah edebilir misin?”

Öğrenci: “Çok şaşkınım efendim, ne diyeceğimi bilemiyorum, kafam karmakarışık” diye cevap verir.

Bilge hoca çok kısa cevap verir: “Bir şeyin kıymetini ancak onun değerini bileni anlar ve onun değeri bilenin yanında kıymetlidir.”

Her insanın hayatında varlığını ve değerini bilen, hisseden, fark eden kuyumcular mutlaka vardır. Mesele kuyumcuyu bulmaktadır…

Günün Şiiri

Koşmak İstiyorum

Koşmak..Koşmak

toz toprak içinde
çığlık atıyor dünya
hiddetli bakışlar
sönmeyen yangınlar
görüyorum
kırlara
dağlara
bulanık sulara
çamurlara düşüp çıkıyorum
yıkılmış ben olmak istemiyorum
içimde derin arayışlar
gerçeğin başında
hayallerime doğru
bir hakikat peşinde
koşmak istiyorum…

Mustafa KAYA

Her Şeyi Kuşatır Sevda

Gizem deyip başlıyorum adına

Cılız bir güneş, soldu solacak

Bir haziran sonu ki yağmur bekleniyor

Akıyor insanlar kendi dünyalarında

Ve herkes anlatabilir bir ağrıyı

Ben söylesem bu yaz akşamını

Biri bir sevda titreşiminden söz etse

Düşün ki saçlarını savuruyordu rüzgâr

Gözleri gülüyor ama karanlık kirpikleri.

Hadi konuşalım o umarsız ağrıdan

Boğuk bir ses, benim olmayan asla

Gözlerim kısılıyor ve bulantı aniden

Şuramda bir ağrı, şurama kadar

Yanıyor gözlerim, bir duman gözlerimden.

Konuşulsun yağmurun dolandığı o günden

Cılız da olsa güneşti o şakaklarımızda

İnsanlar… İnsanlar hep yanlarımızda

Akıyor kalabalık dalgın bakışlarımda

Düşün ki saçlarını savuruyordu rüzgâr

Ben, gizem diyordum her şeyin adına.

İki can yürüsün ve birbirinden habersiz

İki can, iki yürek, tek kalp ağrısı bir de

Biri desin ki saçlarında haziran

Kirpiğinde mavilik, kirpiğinde gökyüzü

İki can ve akıyor insanlar dünyalarında

Biri desin ki sözlerin ne yararı var

Biri desin ki bırak başlasın sevda.

Bir haziran akşamı yetmiş dokuz yılında

Elini uzat ve ayrıl, yer sarsılıyor

Elini uzat ve ayrıl, dolanıyor bulutlar

Elini uzat ve ayrıl, günlerden salı.

Birtakım lekeler, bulutlar akıyordu

Etrafta insanlar bir karaltı olarak

Biri diyecek ki ellerin titriyordu

Biri saati sorsa ağlayacaktım

Elini uzat ve ayrıl, kararıyor bulutlar

Bütün hızıyla o zehir damarlarımda

Gökte haziran, yağdı yağacak yağmur

Geçip gidiyordu dünya bakışlarımda

Birtakım lekeler, bulutlar akıyordu

Ben, gizem diyordum bunların adına.

Elbet hızla akıp gidiyordu hayat

Kaç zamandır görmediğim ışıltılı bir yüz

Belki de coşkulu bir haber vardı akşama

Bir zaman sonra her şey unutulsa da

Kardeşim, yüreğim koca bir diş gibi sızlıyordu

Biri diyordu ki bırak başlasın sevda

Ötekinin kirpiğinde acımasız karanlık

Gizem deyip geçiyordum bunların adına

Bir türlü başlamıyordu yağmur

Her şeyi, her şeyi kuşatıyordu sevda.

Erol ÇANKAYA

Günün Fıkrası

Kendisini fare zannettiği için ailesi tarafından bir akıl hastanesine yatırılan adam, birkaç yıllık bir tedavinin ardından; iyice kendine gelmiş. Doktorlar, artık taburcu etmeyi düşündükleri hasta ile son bir görüşme yaparak, iyileştiğinden emin olmak istemişler. Adama sormuşlar: “Söyle bakalım; sen insan mısın, fare misin?”

Adam gülümsemiş: “Doktor bey, o günleri geride bıraktım. Elbette ki ben bir insanım.” Doktorlar, içleri rahatlayarak: “Tamam o zaman, artık burada kalmana gerek kalmadı”, demişler ve çıkış belgelerini uzatmışlar.

Birkaç dakika sonra, gruptaki doktorlardan biri bahçeye çıktığında, adamı bir ağacın arkasına saklanır halde görmüş. “N’oldu yahu? Sıkılmadın mı buradan, çıksana, git özgürlüğün tadını çıkar!” “İyi de doktor bey, orada bir kedi var!” “Eee, ne olmuş kedi varsa; hani sen artık bir fare olmadığını biliyordun?” “Ya doktor bey, ben fare olmadığımı biliyorum da; kedi benim fare olmadığımı nereden bilecek?”

Günün Sözü

% 1000 Kazanç elde edilebilir, ama %100’den daha çok kaybedilemez.

Hermann Josef Abs

CEVAPLA

Please enter your comment!
Please enter your name here