Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Geçen yıl da bugünlerde deniz ve mehtap resmen bizi hasta etmişti. Ayın çekim gücü bünyemizi alt üst ediyor her zaman. Bugünlerde herkes hasta, girip ve çok yaygın olan mikrobik mide bağırsak sorunları… Basitmiş gibi duruyor önce, sonra bir bakıyorsunuz geçmek bilmiyor ve artıyor. O zaman acillere koşmak zorunda kalıyorsunuz. Arkadaşlarım Leyla gibi dolaşıyorlar ortada. Birde buna orucu eklerseniz. Bendeniz, aslında yaz günlerinde grip falan olduğumu anımsamam. Hatta kışın bile olmam ama üç-dört gündür resmen inletiyor! Yaz sıcağından girip olmak dehşet bir şeymiş. Ve dikkat edilmese kesinlikle tablo ağırlaşabilir. Yani kendimi öyle hissediyorum.
Değişken havalar ve buna bağlı terleme durumları terin soğuması, açlık falan derken ister istemez bağışıklık sistemimizi zayıflatıyoruz. Her ne kadar sağlıklı beslenin falan diye yazılıp, çiziliyor anlatılıyorsa da bu o kadar kolay olmuyor. Özelikle bu yıl gibi değişken de havalar. Bir defa suya o kadar yükleniyoruz ki orucu açtığımızda, artık bir şey yemek istemiyor canımız. Bendeniz artık salatalık ve çay la açıyorum orucumu.
Ve elimden geldiğince sağlıklı yemeye çalıştığım halde yinede yeterli beslenmediği mi biliyorum. Yine derdim var. Bir lokma bir hırka sevdasındaydım. ‘Kime bu ceza’ diyorlar arkadaşlarım, üstelik yürüyüşlerimi aksatmadığım halde, bedensel aktivitelerimi kaybetmediğim halde ki onlar bendenizi korur diyordum. Yinede grip olmaktan kurtulamadım.
Şimdi aman dikkat edin falan demeyeceğim. Şunu yiyin bunu yapmayın da demeyeceğim yalnızca her şeye hazırlıklı olun diyebilirim. Yaşanmışlıkların bendenize öğrettiği şeylerden biri kimseye tavsiyede bulunmamak… Herkes yalnızca kendi bünyesini tanısın, kendini bilsin. Çünkü kimse, kendini, kendinden daha iyi bilemez. Buna inanıyorum.
Ve sevgili okuyucularım sağlık ve sevgiyle kalalım diyorum, ikisi olmazsa olmaz! Ve birlikte ve ayrımsız gayrımsız. Son olarak da Ramazan’ın yarısını geride bıraktık, yine bir Ramazan hikâyesi okuyalım ne dersiniz. Yase
& & & & &
İnkılâpta Ramazan, Ramazan’da İnkılâp!
Ramazanlar da her sene başkalaşıyor; zarif kadınlar gibi, onbir ayın sultanı da zamanın modasını dikkatle takip ederek en yeni kıyafetle karşımıza çıkıyor. Kırk sene evvel Ramazan, feracesiyle, yaşmağıyla, kınasıyla tepeden tırnağa kadar sımsıkı örtülü bir şarklı kadın yahut başında sarık, arkasında cübbe ve ayağında mestle, musallî ve müttaki bir erkek kılığında idi. Bugün onu da asrîleşmiş görüyoruz: Artık feracesini çıkarmış yerine bir rob manto almıştır; yaşmaktan eser yoktur. Ve parmaklarında kına yerine manikürün penbe cilası vardır. Yahut bu tamamıyla şapkalı bir Ramazandır!
Çocuklarımız eski Ramazanları bilmeyeceklerdir. Biz artık bir hatıra olan o Ramazanlara biraz yetiştik ve adetlerini az çok hatırlıyoruz.
Eskiden Ramazanın gelişi bile başka idi; on beş yirmi gün evvelden, bütün memleket, bu nâzenin ayı karşılamak için ateşin bir faaliyet nöbeti geçirirdi: Evlerde masraflar düzülür, camilerde mahyalar, mevizeler hazırlanır, sokaklarda dükkânlar süslenir ve bazı büyük camilerin avlusunda sergiler kurulurdu. Ramazan ağır ağır yürüyen muhteşem bir gerdûneye binmiş gibi, naz u niyaz içinde, bin ihtiram ve ihtişam içinde gelirdi. Şimdiki Ramazanlar, hiç haberimiz olmadan birdenbire, köşe başından karşımıza çıkıveriyor. Çünkü yalnız kıyafetini değil, vasıta-ı nakliyesini de değiştirdikleri için, bugünün Ramazanları otomobille geliyorlar!
Artık saltanat kalktığı için Ramazanların debdebesine, tantanasına da razı olmuyoruz; artık Ramazanlarda ‘onbir ayın bir sultanlığı’ payesini de nez‘ ettik; artık Ramazan, bir sultan değil, belki her ay gibi zamanın aynı haklarına malik asrî ve amelî bir insandır! Ve asrî, amelî bir insan gibi, şimdiki Ramazanlar da, eski zamanın mükellef, dağdağalı, mide bozucu iftar sofralarına oturmaktan vazgeçmişlerdir, boş bir mideye tıka basa doldurulan o çörek otlu simitler, pideler; o sarımsaklı, çemenli pastırmalar, sucuklar, o türlü türlü zeytinler, peynirler, o türlü türlü reçeller; sonra çorbasıyla, etiyle, sebzesiyle, hamur işleriyle, ekşisiyle, tatlısıyla, kurulan eski iftar sofralarının başına oturmamıza midemizin itiyadı da, hıfzı’s-sıhha kaideleri de, bilhassa bütçemiz de müsait değildir.
Şimdi oruç tutanlarımız, iftar topunu duyar duymaz, her zamanki sofralarının başına geçerek, temiz temiz, güzel karınlarını doyuruyorlar ve mide ağrısı çekmiyorlar. Eskisi gibi tembel ve tufeylî insanlar için kibar sofralarına davet edilerek tıka basa yemek yemek ve ‘diş kirası’ tabir edilen çirkin sadakayı almak ümidi de kalmadı.
Eskiden gece teravihten çıkılınca küçükler Karagöz’e, kadınlar komşuya, büyükler Direklerarası’nda tiyatro zannettikleri bazı temaşagâhlara giderdi. Bu üstü üç tahta çatılı, altı toprak ve bel ağrıtan hacı iskemleleriyle, ‘hararet söndürüyor, gazoz!’, ‘eğlencelik!’, ‘dişlere mızıka çaldırıyor, Taşdelen suyu!’ diye piyes oynanırken aktörlerden fazla bağıran satıcılarla, pis havasıyla, parodinin gürültüleriyle maruf eski tiyatroda gülmek isteyenler, merhum Hasan Efendi’nin oyununa girerler, ağlamak isteyenler de müteveffa Mınak ve Aleksanyan Efendilerin Osmanlı Dram Kumpanyası’nda ‘Balmumcular’ı, ‘Kızıl Köprü Cinayeti’ni, ‘Fazilet Mağlup Olur mu?’yu, ‘Demirhane Müdürü’nü, ‘Dalila’yı seyrederlerdi.
Bugün Darülbedayi’in, Milli Sahne’nin birer mabed kadar ıssız salonlarına kimseyi rahatsız etmemek için büyük itina ile girersiniz, elinizde bir nümeronuz vardır, yeriniz bellidir, münakaşa olamaz, fraklı ve temiz bir garsonun işaret ettiği koltuğa sesinizi çıkarmadan oturursunuz, beklersiniz, saat dokuzu on beş geçince perde açılacaktır. Ayağınızı yere vurmaya, yahut parodiden: ‘başlayalım mı, başlar mısın!’ diye haykırmaya lüzum yoktur. Filhakika, tam dokuzu bir çâryek [çeyrek] geçerken perde açılır. Hayır, dokuzu çâryek değil, yirmi mi geçiyor? Saatiniz yanlış!
Artık yalancı sofular için senenin onbir ayında envai günahlar işledikten sonra bu ay zarfında oruç tutarak, bolca namaz kılarak Cenabı Hakk’a kendini affettirmek ihtimali de kalmamıştır. Her mümin, senenin on iki ayında da mutedil bir ibadetle dini vazifesini ifa eder ve Ramazan günahkârlar için mutlaka bir gufran ayı değildir.
İnkılâptaki Ramazan gösteriyor ki Ramazanda da inkılâp vardır. Çünkü her şey değişiyor; bütün hayat, âdât, kıyafetler, muaşeretler, inkılâp geçiriyor.
Bugün ki Ramazan, yeni kıyafeti, yeni muaşeretiyle mükellef bir otomobile binerek Köprü’den Beyoğlu’na geçerken, farzımuhal olarak, eski Ramazana muhteşem bir araba içinde rast gelseydi şüphesiz bu iki ay, birbirlerini tanımayarak hayretle soracaklardı:
-Kimsin sen?
-Ramazan!
Ve ikisi de birbirini yalancılıkla itham ederek gülüp geçeceklerdi. Mademki her şey değişiyor, hakikat şudur ki 1344 senesine kadar 1344 türlü Ramazan gelip geçmiştir. Ve bu Ramazanlar, canlı mevcudat gibi seneden seneye değişir, yenileşir, tekâmül eder, birbirlerine tıpkı tıpkısına benzemezler. Ramazanların inkılabı ve inkılapların Ramazanı da budur.
Kaynak: Server Bedî, “İnkılapta Ramazan, Ramazanda İnkılap!”, Aylık Mecmua, sayı:1, Nisan 1926, s.39-40.
Günün Şiiri
Hayat Bahçesi
Bahçe tarumar. Ama gözler önüne serilen
Görüntünün sesi mi olmalı sözler? Serçe
Cıvıltıları, çan sesleri, at pislikleri,
Rüzgârın kuru yapraklarda bıraktığı
Hışırtı yapışıyor sanki yirmi yıldır
Kullanılmayan bahçeye, babanın ölümüyle.
Toplumsal arkeoloji mi ırgalayan beni
Tahrik eden, edilen bir leş kargası gibi?
Meraklıyım. Budanmamış güller çılgın
Palmiyelerin kuru dallarının altında,
Kendiliğinden ölen çiçekleri toplanmamış
Zakkumun. Gübre ve çürüyüş. Tohumdaki ev
Kale gibi gözlüyor şimdiki ve geçmişteki
Yaşantıyı: Kız ve erkek çocuklar burada
Denge buldular nilüfer yapraklarında, çember
Çevirmişti büyükler havuzda, sonra fırladı
Resimden haylaz damat ve gelinler. Ama
Onlar bir kez kapıdan girdiler mi
İçeri, gözleri parlardı babanın, ayrıldılar mı
Bir kaptan bakışını giyer, şapkasını geçirir
Sözüne, kimse evde durmak istemezdi
Tanışmamak için gözü dönmüş yalnızlıkla.
Oysa ölümün görevi ne, gelir padişah
Tekillik. Tek, sonra birden aynı
Merdiven basamakları, aynı işçilik, aynı
Anlamı bulunca evin biçeminde, dünya
Ne kadar acı dolu, herkesin kendi
Kefesine uygun dağılan. Acı aynı,
Zevk de, ama kefen ne kadar geniş
İse, ağırlığın ne kadar fazla ise
O kadar götürüyorsun işte öteye.
Ali CENGİZKAN
Ramazan Ayetleri
Ramazan ve Kur’an
Ramazan-ı Şerif’i değerler üstü kıymete ulaştıran nokta onda Allah kelamı Kur’an’ın indirlmiş olmasıdır. Ramazan, Kur’an ayıdır. Efendimiz (sallallâhü aleyhi vesellem) en çok bu ayda Kuran okumuştur. Öyleyse ümmeti olarak bize düşen de Kur’an- Kerim’i anlamını düşünerek, tefekkürle okumaktır. Allah dostları Kur’an’la iştigal ederken, bizzat Efendimiz (aleyhissalati veselam)’dan alıyormuş ve hatta ayetler bize o an yeni nazil oluyormuş gibi dikkat ve saygıyla okumaya ve dinlemeye çalışmamızı tavsiye etmişlerdir.
Hadislerde nakledildiğine göre Allah Rasülü (sallallahu aleyhi ve sellem) ve Hazreti Cibrîl (aleyhisselam) Ramazan’da Kur’an-ı Kerim’i karşılıklı olarak mukabele suretinde okurlardı. Hazreti Cebrîl (aleyhisselam) her sene Ramazan ayında, bir rivayete göre de Ramazan ayının her gecesinde, Allah Rasülü (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’e gelirdi. Allah Rasûlü (aleyhi ekmelüttehâya) Kur’an âyetlerini Cibrîl Aleyhisselam’a okurdu ve sonra da onun okuyuşunu dinlerdi. Kur’an’ın Ramazan’da inmesi ve özellikle bu ayda Kur’an okumanın kat kat mükâfatlandırılacağının müjdelenmesi sebebiyle, mü’minler Ramazan boyunca camilerde ve evlerde “mukabele” okumayı ve hatimler yapmayı güzel bir adet haline getirmişlerdir. Selef-i salihîn efendilerimiz, Kur’an’ı her ay bir defa hatmetmeyi ona karşı vefanın alt sınırı kabul etmiştir.