İnsanlığımızı yücelten kutlu bilgiler verir bize ışıklı sözlerle kutsanmış Nebiler, Resuller.. Kutlu bilgi veren nebilerin, resullerin mirasçısı kim? Işıklı sözler öğütçüsü muallimler elbette.. Muallimi evvelimdi babam Münir.. İlk öğretmenimdi yani bu anlamda..
‘Muallimi evvel’ nitelemesi, Türk Felsefesi’nin muallimi evveli Farabi’ye aitti ve o, bu sıfatı, “aklı, doğru düşünmenin bir aracı” olarak kullanan Aristo’ya yakıştırmıştı..
Akli muhakeme ilkelerinin kitabını yazan ve öğrencilerine “mantık, dil, retorik, politika ve tabiat” üzerine öğütler veren Aristo, yalnız Farabi’nin değil aynı zamanda bu alanlarda ders almak isteyenlerin de tarihte karşısına çıkan ilk öğretmendi.. İkinci öğretmen ise, “akli muhakeme” tarihinde “Muallimi Sani” sıfatıyla yer alan Farabi’ydi..
Öğretmen sözcüğünün kökü “ög”den geliyordu ve güzel Türkçemizin köklerinde akıl anlamı bulunuyordu.. (Eski Türkçenin Grameri, s.289, A Von Gabain) Söz konusu kitapta, ög sözcüğünün ana anlamına geldiği de yazıyordu.. Annelerimiz, babalarımızdı öncelikle öğütle, akılla yetiştiren bizleri.. Anasız, atasız kalışımızın adıydı mesela ögsüzlüğümüz.. Ögsüz; öğüt verenden, akıl verenden yoksun kalan demekti diğer ifadeyle.. Dolayısıyla her anne baba, Aristo örneği tarihte çocukların karşısına çıkan muallimi evveldi..
Aristo ise, tarihçilere göre İskender’in de öğretmeniydi.. Farabi, her ne kadar Aristo’yu ideal ilk öğretmen olarak görse de, gerçekte her ikisinin de muallimi evveli, ‘idea’ sözcüğünü zihinlerimize yerleştiren Platon’du... Platon’un da vardı bir muallimi evveli.. Kim? “Kendini bil” diyen Sokrates..
Öğretmenliğin vasfı ne? “Hikmet ve marifet” sahibi olmak mı? Nasıl hikmet ve marifet sahibi olunur? Kendini bilmekle tabi ki.. Ne diyor Yunus? “İlim ilim bilmektir, İlim kendin bilmektir, Sen kendin bilmezsin, Ya nice okumaktır..” Farabi, Yunus’tan önce yaşamış.. Sonra yaşasaydı kim bilir belki de, “muallimi evvel” olarak bir deniz feneri örneği Aristo’yu değil, denizlerin ışıklı kulacı Yunus’un öğretmenliğini idealize ederdi..
Farabi’nin, eski çağlarda gemicilere ışığıyla yol gösteren ‘devasa’ İskenderiye Feneri’nden de haberi vardı mutlaka.. Ki eski çağların en büyük kütüphanesi de İskenderiye’deydi.. Ve fakat ah, kitapların çoğu İ.S. 4. yüzyılda limanda çıkan bir yangınla kül olmuştu! Kitapların limanda ne işi var demeyin.. Çünkü kitapların yol gösterici aydınlığı yanında, İskenderiye Feneri’nin ışığının hiç olduğunu bilen Caesar, kütüphaneyi Roma’ya taşımak istiyordu.. Peki, İskenderiye kütüphanesinin yerinde bugün ne var? 1948 yılında kurulan Farabi Kütüphanesi!
İskenderun gibi, İskenderiye kentinin adı da Makedonyalı İskender’den geliyordu.. Büyüklük, yalnız İskenderiye Feneri’nin ve kütüphanesinin değil aynı zamanda İskender’in de bir sıfatıydı.. Çünkü İskender, tarihte “Büyük İskender” diye anılmaktaydı.. Peki, İskender’e “büyüklük” sıfatı niçin yakıştırılmıştı? Acaba, Makedonya’dan Hindistan’a, Fenike’den Mısır’a kadar uzanan coğrafyada kazandığı “büyük zaferlerden” dolayı mı? Sanmıyorum.. Zira eğer bu nedenle olsaydı İskender’in tarihi , “Atillaların, Cengizlerin, Timurların” yanında çok küçük kalırdı.. Zaten zafer kazanan her komutana, gözleri kamaştıran bir büyüklük sıfatı verilseydi, insanlığımızın tarihi savaşların gölgesinde kararır, bilimden sanata, edebiyattan felsefeye öğütler de güneş yüzü görmezdi.. Kaldı ki İskenderunlu muallimlerimizden Yalçın Küçük; “yenilgi bir büyük öğretmendir” diyordu.. Diyalektiğin büyük öğretmenlerinden Hegel ise, “tarih bir büyük öğretmendir” diyor ve şerh ediyordu: “Tarihten alınan ders, tarihten hiç ders alınmadığıdır!”
İskender’in büyüklüğü, acaba gündüzleri elinde fenerle “dürüst bir adam” arayan Diyojen ile yaşadığı tarihten mi geliyordu? Bir büyük öğretmen olan tarih, bu konuda bize şu dersi veriyordu: İskender, Diyojen’i sarayına davet eder.. Diyojen; “Onun sarayından benim fıçıma olan uzaklık, benim fıçımdan onun sarayına olan uzaklığa eşittir” diyerek geri gönderir İskender’in elçisini.. Güneşli ülkeler fatihi, bu bilge sözü bir davet olarak kabul eder ve onu ziyarete gider.. Diyojen’i, fıçının önünde güneşlenirken bulur.. İskender’in, “dile benden” kibrini, önce “güneş yeter” tevazuuyla karşılar güneşli ülküler bilgesi.. Devamında feneri yüzüne tutar ve “gölge etme” der, “başka ihsan istemez!”
Niçin büyük İskender? Diyojen’i gölgesiyle karartmadığı için.. ‘Muallimi evveli’ Aristo olan İskender, düşüremezdi elbette gölgesini bilgenin üzerine.. 1937 yılında İskenderun Haymeseki köyünde dokuz ay kadar ilkokul öğretmenliği de yapmış olan büyük sentez ustası Cemil Meriç de şu cümlelerle şerh düşüyordu tarihe: “Her asrın, bilhassa bizimkinin bir Diyojen’e ihtiyacı var. Ama Diyojenliği göze alacak kadar pervasız, Diyojen’in sözlerine katlanacak kadar sabırlı insanlar nerede?”
Öğretmenim, günün kutlu olsun…
Selam ve saygılar…