Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? İnleyen dolap gibi gözlerinden yaşlar saçda can alanında yeşillikler bitsin. Ağlamak istiyorsan gözyaşı dökenlere acı; Acınmak istiyorsan sen de acı aşıklara. Mevlana
Gam gördün mü bağışlanma dile; Çünkü gam, yaptığı işi yaratıcısının buyruğuyla yapar.
Tanrı isterse gamın ta kendisi neşe olur; Ayak bağının ta kendisi hürlük kesilir.
Ey oğul, gözünü açarsan yumuşaklık suyunun da Tanrı buyruğuyla var olduğunu görürsün, öfke ateşinin de. Mevlana böyle diyor. Ve bendeniz bu sabah düşünüyorum sadece.
Ve kıssadan hisseler paylaşmak istiyorum…
Hiç Hayallerinizden Sıfır Aldınız mı?
Bu öykü, çiftlikten çiftliğe, yarıştan yarışta koşarak atları terbiye etmeye çalışan gezgin bir at terbiyecisinin
genç oğluna kadar uzanır. Babasının işi nedeniyle çocuğun orta öğretimi kesintilere uğramıştı. Orta ikideyken, büyüdüğü zaman ne olmak ve yapmak istediği konusunda bir kompozisyon yazmasını istedi hocası..
Çocuk bütün gece oturup günün birinde at çiftliğine sahip olmayı hedeflediğini anlatan 7 sayfalık bir kompozisyon yazdı. Hayalini en ince ayrıntılarıyla anlattı. Hatta hayalindeki 200 dönümlük çiftliğin krokisini de çizdi. Binaların, ahırların ve koşu yollarının yerlerini gösterdi. Krokiye, 200 dönümlük arazinin üzerine oturacak 1000 metrekarelik evin ayrıntılı planını da ekledi.
Ertesi gün hocasına sunduğu 7 sayfalık ödev, tam kalbinin sesiydi… İki gün sonra ödevi geri aldı. Kağıdın üzerinde kırmızı kalemle yazılmış kocaman bir “0” ve “Dersten sonra beni gör” uyarısı vardı. “Neden “0” aldım?” diye merakla sordu hocasına, çocuk.. “Bu senin yaşında bir çocuk için gerçekçi olmayan bir hayal” dedi, hocası.. “Paran yok. Gezginci bir aileden geliyorsun. Kaynağınız yok. At çiftliği kurmak büyük para gerektirir. Önce araziyi satın alman lazım. Damızlık hayvanlar da alman gerekiyor. Bunu başarman imkansız” ve ekledi: “Eğer ödevini gerçekçi hedefler belirledikten sonra yeniden yazarsan, o zaman notunu yeniden gözden geçiririm.”
Çocuk evine döndü ve uzun uzun düşündü. Babasına danıştı. “Oğlum” dedi babası “Bu konuda kararını kendin vermelisin. Bu senin hayatın için oldukça önemli bir seçim!.” Çocuk bir hafta kadar düşündükten sonra ödevini hiçbir değişiklik yapmadan geri götürdü hocasına… “Siz verdiğiniz notu değiştirmeyin” dedi… “Ben de hayallerimi…”
O orta 2 öğrencisi, bugün 200 dönümlük arazi üzerindeki 1000 metrekarelik evinde oturuyor. Yıllar önce yazdığı ödev şöminenin üzerinde çerçevelenmiş olarak asılı. Öykünün en can alıcı yanı şu: Aynı öğretmen, geçen yaz 30 öğrencisini bu çiftliğe kamp kurmaya getirdi.
Çiftlikten ayrılırken eski öğrencisine “Bak” dedi, “Sana şimdi söyleyebilirim. Ben senin öğretmeninken, hayal hırsızıydım. O yıllarda öğrencilerimden pek çok hayal çaldım. Allah’tan ki, sen, hayalinden vazgeçmeyecek kadar inatçıydın.”
Kıssa’dan Hisse
Sultan Murad Han o gün bir hoş”tur. Telaşeli görünür. Sanki bir şeyler söylemek ister sonra vazgeçer. Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil. Veziriazam Siyavuş Paşa sorar: “Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var?”
“Akşam garip bir rüya gördüm.” “Hayırdır inşallah?” “Hayır mı şer mi öğreneceğiz.” “Nasıl yani?” “Hazırlan, dışarı çıkıyoruz.”
Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Görünen o ki, padişah hâlâ gördüğü rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Seri, kararlı adımlarla Beyazıt’a çıkar, döner Vefa’ya, Zeyrek’ten aşağılara sallanır. Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatle bakınır. İşte tam o sırada yerde yatan bir ceset gözlerine batar, sorarlar; “Kimdir bu?”
Ahali: “Aman hocam hiç bulaşma” derler. Ayyaşın meyhusun biri işte!.. “Nerden biliyorsunuz?” “Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz… Bir başkası tafsilata girer; “Biliyor musunuz” der. Aslında iyi sanatkârdır.
Azaplar Çarşısı’nda çalışır. Nalının hasını yapar… Ancak kazandıklarını içkiye, fuhuşa harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine, hem de nerde namlı mimli kadın varsa takar peşine.. Hele yaşlının biri çok öfkelidir. “isterseniz komşulara sorun” der. Sorun bakalım onu bir cemaatte gören olmuş mu? Hasılı, mahalleli döner ardını
gider. Bizim tedbili kıyafet mollalar kalırlar mı ortada!..
Tam vezir de toparlanıyordur ki, padişah keser yolunu: “Nereye?” “Bilmem, bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.” “Millet bu, çeker gider. Kimseye bir şey diyemem…” “Ama biz gidemeyiz, şöyle veya böyle tebamızdır.” Defini tamamlamak gerek. “İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar, kurtuluruz vebalden.”
“Olmaz, rüyadaki hikmeti çözemedik daha.” “Peki ne yapmamı emir buyurursunuz?” “Mollalığa devam… Naaşı kaldırmalıyız en azından.” “Aman efendim, nasıl kaldırırız?” “Basbayağı kaldırırız işte.” “Yapmayın, etmeyin sultanım, bunun yıkanması, paklanması var. Tekfini, telkini…”
“Merak etme ben beceririm. Ama önce bir gasilhane bulmalıyız.” “Şurada bir mahalle mescidi var ama…” “Olmaz, vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin?” “Ne bileyim, Ayasofya’dan, Süleymaniye’den, en azından Fatih Camii’nden…” “Ayasofya ile Süleymaniye’de devlet erkanı çoktur. Tanınmak istemem. Ama Fatih Camii’ni iyi dedin. Hadi yüklenelim…”
Ve gelirler camiye. Vezir sağa sola koşturur, kefen tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa… Usulü erkanınca bir güzel yıkarlar ki, naaş; ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur, aydınlanır alnında. Yüzü sâkilere benzemez. Hem manâlı bir tebessüm okunur dudaklarında. Padişahın kanı ısınmıştır bu adama, vezirin de keza… Meçhul nalıncıyı kefenler, tabutlar, musalla taşına yatırırlar. Ama namaz vaktine bir hayli vardır daha… Bir ara vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır.
“Sultanım, der. Yanlış yapıyoruz galiba…” “Nasıl yani?” “Heyecana kapıldık, sorup soruşturmadan buraya getirdik cenazeyi. Kim bilir belki hanımı vardır, belki yetimleri?”
Doğru, öyle ya, neyse… Sen başını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim. Vezir, cüzüne, tesbihine döner, padişah garip maceranın başladığı noktaya koşar. Nitekim sorar soruşturur. Nalıncının evini bulur. Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi metanetle dinler. Sanki bu vefatı bekler gibidir. “Hakkını helal et evladım, der. Belli ki çok yorulmuşsun.”
Sonra eşiğe çöker, ellerini yumruk yapar, şakaklarına dayar… Ağlar mı? Hayır. Ama gözleri kısılır, hatıralara dalar belki. Neden sonra silkinip çıkar hayal dünyasından…
“Biliyor musun oğlum?” diye dertli dertli söylenir… Bizim efendi bir âlemdi, vesselam… Akşamlara kadar nalın yapar… Ama birinin elinde şarap şişesi görmesin; elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helaya!..
“Niye?” “Ümmeti Muhammed içmesin diye…” “Hayret…” “Sonra, malum kadınların ücretlerini öder eve getirirdi. Ben sizin zamanınızı satın aldım mı? Aldım, derdi. Öyleyse şimdi dinlemeniz gerek… O çeker gider, ben menkîbeler anlatırdım onlara… Mızraklı ilmihal. Hucceti İslam okurdum…”
“Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki…” “Milletin ne sandığı umurunda değildi. Hoş, o hep uzak mescitlere giderdi. Öyle bir imamın arkasında durmalı ki, derdi. Tekbir alırken Kabe’yi görmeli…” “Öyle imam kaç tane kaldı şimdi?” “İşte bu yüzden Nişancı’ya, Sofular’a uzanırdı ya…” “Hatta bir gün; Bakasın efendi, dedim. Sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek. İnan cenazen kalacak ortada…”
“Doğru, öyle ya?”
“Kimseye zahmetim olmasın deyip, mezarını kendi kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim. iş mezarla bitiyor mu, dedim. Seni kim yıkasın, kim kaldırsın?”
“Peki o ne dedi?”
“Önce uzun, uzun güldü” sonra; “Allah büyüktür hatun, dedi. Hem padişahın işi ne?”
Ve kıssalardan hisse alma sabahı bu sabah. Ve şimdilik sağlık sevgi birlik ve beraberlik içinde kalalım diyorum sevgili okuyucularım. Yase
Günün Şiiri
Acıya Kurşun İşlemez
Sabrın çalkalanıp taştığı sulardadır
Çığlıklarla parçalanmış uykularda
Buruşturulup atılmış aşklarda
Ve çalınmış mutluluklardadır
Ses ile yürek
Büyük rüzgârların o yanık şarkısı
Hâlâ yükselir içimizden dağılır
Coşkunun doruklarında sürer yankısı
İlk kurban adanırken bir nehire
Korkunun ilk nişanında başlamıştır
Gözyaşının ilk damlasından kalma
Yaslı baharlarla gelmiştir bugüne
Kanla yazılan yasalarla
Açlığın otağ kurduğu sabahlarla
Ve sonuçsuz kalan ahlarla gelmiştir
Acıya kurşun işlemez artık
Ölüm bile bu acıyı cellat bilmiştir
Yok bundan böyle ter yarası
Zincir tutsaklığı ve sabır
Kırbaç yalvartması sessizliğin
Can pazarı ve kahır yok
Her şey yaşanan şu gün gibi gerçek
Adımız halk olduğu günden beri
Bir direnç olmuştur bizde sevinçler
Şimdi acının her kuraklığında
Onlar
Yüreğimizin ovalarına çiselenirler
Boşuna değil bu ölürcesine sevmek
Ve ölürken bile yürümek
Boşuna değil
Hep yatağı olduk tarih ırmağının
Yenilgilerle durulmanın
Zaferlerle köpürüp kabarmanın
Ama hiç bir zaman
Anası olamadık geçmişi doğurmanın
Yıldızlar ve sular tanıktır bize
Aç ve kavruk bir memeden
Direnmeyi yudum yudum emen
Bir çocuk gibi öğrendik
Ve direndik
Ordular kurduk türkü renklerinden
Bütün ağıtları bir hücumda yendik
Acıya kurşun işlemez artık
Biz yaşamayı zulümsüz sevdik
Adnan YÜCEL
Günün Fıkrası
Elektrik süpürgesi satıcısı, bir apartman dairesinin kapısını çalmış, kapıyı açan bayana “Hanımefendi, bu elimde görmüş olduğunuz kovanın içinde at pisliği var!” demiş ve bu bir kova pisliği evin içine doğru savurarak döküvermiş. Sonrada “Hanımefendi, elimdeki elektrik süpürgesi ile 10 dakika içinde bunu temizleyemezsem, bu boku yiyeceğim!” demiş. Kadın satıcıya şöyle bir bakmış. “Beyefendi, üstüne domates sosu da ister misiniz? Elektrikler kesik de!”
Günün Sözü
Öyle davran ki, senin iraden kendini bir kanun koyucu gibi hissetsin. Öyle davran ki, bu davranış yanında insanlığı bir araç değil bir amaç olarak göresin. Öyle davran ki, senin iradenin bir kanun gibi genel geçerliliği olsun.
TOLSTOY