Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Önceki gün susma zamanıydı, dün soluk alma zamanıydı ve zamanlarımız ne yazık ki susmakla soluk almak için çaba göstermekle geçiyor. Şöyle derin bir soluk almak için ne yoga yapmak ne de meditasyona girmek yetmiyor artık. “Ne kadar ne dediğini bilmeyen insanla birlikte yaşamak zorundayız” demekten kendimizi almıyoruz. “Kocaman insanlar” diyoruz üstelik seçilmişler.
Seçilmiş ne demek? Diğerlerinin arasından sıyrılıp vatandaşın oyu ile bir makama gelmek, vatandaşın vergisi ile maaşını almak, vatandaşa hizmet etmek demek. Ya peki neden seçer onları insanlar? Başlarına gelip inançlarını sorgulatmak için mi? İbadethanelerin ne olabileceğini ya da ne olmayacağını onlardan öğrenmek için mi? Kendi hesabıma ibadet etmek için mekâna, zamana, yere gerek olduğuna inanmıyorum ancak bu benim düşüncem.
Ve başkasına bunu dayatmak ne kadar yanlış ise Alevi vatandaşlara cem evleri ibadet yeri değildir demekte o kadar yanlıştır. Ve kimsenin aslında üzerine vazife değildir insanların ibadet mekânları hakkında bilirkişi olmak. Özellikle bu seçilmiş biri ise ve her inançtan olan insanların vergisi ile alıyorsa maaşını hepsine eşit mesafede durmak zorundadır. Peygamber efendimiz zamanında mezhep var mıydı? Yoktu tabi ancak ondan sonra iktidar hırsı ile insanları ayrıştırdılar ve isimler verdiler. Peygamber efendimizde Hz. İbrahim’den beri inanan ve ona ehlibeyt kadar yakın olanlar yani ilk Müslümanlara alevi dediler. Müslümanlığı ilk elden alan bu insanlar ne zamandan beri bazılarının lütfü ile Müslüman sayılmaya başlamışlardır acaba?
Her zaman söylerim ve söyleyeceğim. Bendenizin gerçek inancını ailesi bile bilmez ve bilmesi gerekmiyor. Herkesin ki de böyle olmalı aslında diye düşünüyorum. Ve kimsenin inancına daha yakın kimseninkine uzak durmuyorum. İnsanları inancı benim sorunum değil, herkes kendinden sorumludur. Ve doğrusu yanlışı kendisini ilgilendirir. Ancak haksızlıklara, vicdanım elvermediğinden yazıyorum. İbadethanelere saygım vardır. Ve her inancın kendi istediği gibi bir ibadethanesi olmalıdır diyorum.
Ve sahilde çimenler üzerine diz çökmüş olarak Allah’a yönelen bir insan gördüğümde ki çok görüyorum ona saygı duyuyorsam çeşitli ibadethanelerde kendi inançlarını eda edenlere de saygı duyarım. Benim ibadetim insanlığa hizmet diyenlere de, ben Allah’a inanmıyorum diyenlere de. Çünkü hepimiz yaratılmışız. Yaratanın işini sorgulamak bize düşmemiştir. O yağmuru, güneşi, zenginliği, yoksulluğu herkesin inancına göre dağıtmamıştır haşa ve peygamberine bile “ben seni kullarım üzerine vekil kılmadım” demiştir kutsal kitapta. Peki, bize ne oluyor?
Ve hala bu konuları konuşuyor, yazıyor olmaktan utanç duyuyorum. Ancak biliyorum ki dinlerin doğduğu günden beri değişmeyen tek gerçek inançların her devirde savaşların ve suiistimallerin nedeni olduğu. Çünkü insanlar dinleri ve inançları, yorumlamayı kullanmayı ve mesajları okumayı bilmiyorlardı ve hala bilmiyorlar ve bilmeyecekler gibi görünüyor insanlık uzaya bina dikmek üzereyken. Ne yazık ki dinler sevgi, birlik, beraberlik için gelmişken bizler onları ayrım gayrım ve savaş malzemesi yapmışız. Tarihler boyunca. Dinler olmasaydı yine böyle mi olurdu diye düşünüyorum. Sık, sık. Ve ne mutlu inancı, vicdanı olanlara diyorum.
& & & & &
Bardağı Yere Bırakın…
Profesör elinde içi dolu bir bardak tutarak dersine başladı. Herkesin göreceği bir şekilde tutuyordu ve ardından sordu: “Bu bardağın ağırlığı sizce ne kadardır?”
“50gm!”…. “100gm!”… “125gm”… diye öğrenciler yanıtladı.
“Bardağı tartmadıkça gerçekten ben de bilemem” dedi profesör, “Ama, benim sorum şu ki: “Bu bardağı böyle birkaç dakikalığına tutsaydım ne olurdu?” “Hiçbir şey”… diye yanıtladı öğrenciler. “Tamam peki 1 saat boyunca tutsaydım ne olurdu?” diye sordu profesör bu kez…
“Kolunuz ağrımaya başlardı efendim” diye öğrencilerden biri yanıtladı. “Haklısın, peki şimdi ben 1 gün boyunca tutsam ne olurdu?” “Kolunuz iyice ağrır, kas spazmı, batar vs gibi sorunlar yaşardınız ve hastaneye gitmek zorunda kalırdınız!” Tüm öğrenciler çeşitli yorumlar yaptı ve gülüştüler.
“Çok iyi. Peki tüm bu sorunlar olurken bardağın ağırlığında bir değişme olur muydu? ” diye sordu profesör. “Hayır…” diye yanıtladı herkes… “Peki o zaman kolun ağrımasına ve kas spazmına neden olan neydi?” Öğrenciler bulmaca çözermişçesine düşünmeye başladılar. “Acıdan ve ağrıdan kurtulmak için ne yapmam gerekir bu durumda?” diye tekrar profesör sordu.
“Bardağı bırakın düşsün!” diye öğrencilerden biri yanıt verdi. “Kesinlikle!” dedi, profesör. “Hayatın problemleri de böyle bir şeydir. Onları kafanda birkaç dakika tutarsın. Bir sorun yokmuş gibi görünür. Uzun bir süre düşünürsün. Başınız ağrımaya başlar. Daha uzun düşünün. Artık seni bitirmeye ve hiçbir şey yapamamana neden olur. Hayatınızdaki mücadeleleri ve problemleri düşünmek önemlidir, Fakat DAHA ÖNEMLİSİ onları her günün sonunda, uyumadan önce yere bırakmaktır (bardak gibi). Bu şekilde strese girmez ve her gün taze bir beyin ile uyanır ve her konuyla ve yolunuza çıkan her mücadele ile başa çıkabilecek güçte olursunuz! Bu yüzden Sevdiklerinize şunu hatırlatın: “Bardağı yere bırakın bugün!”
& & & & &
Ve sevgili okuyucularım, sustuk, soluk almaya çalıştık ve sonunda patladık yazacak daha o kadar çok şey var ki ama hem zamanım hem de yerim müsait olmadığından burada kesmek zorundayım, sağlık, sevgi, birlik ve beraberlik içinde kalalım sen ben olmadan hep birlikte. Yase
Günün Şiiri
Ben Senden Önce Ölmek İsterim
Ben
senden önce ölmek isterim.
Gidenin arkasından gelen
gideni bulacak mı zannediyorsun?
Ben zannetmiyorum bunu.
İyisi mi, beni yaktırırsın,
odanda ocağın üstüne korsun
içinde bir kavanozun.
Kavanoz camdan olsun,
şeffaf, beyaz camdan olsun
ki içinde beni görebilesin…
Fedakârlığımı anlıyorsun :
vazgeçtim toprak olmaktan,
vazgeçtim çiçek olmaktan
senin yanında kalabilmek için.
Ve toz oluyorum
yaşıyorum yanında senin.
Sonra, sen de ölünce
kavanozuma gelirsin.
Ve orda beraber yaşarız
külümün içinde külün,
ta ki bir savruk gelin
yahut vefasız bir torun
bizi ordan atana kadar…
Ama biz
o zamana kadar
o kadar
karışacağız
ki birbirimize,
atıldığımız çöplükte bile zerrelerimiz
yan yana düşecek.
Toprağa beraber dalacağız.
Ve bir gün yabani bir çiçek
bu toprak parçasından nemlenip filizlenirse
sapında muhakkak
iki çiçek açacak :
biri sen
biri de ben.
Ben
daha ölümü düşünmüyorum.
Ben daha bir çocuk doğuracağım.
Hayat taşıyor içimden.
Kaynıyor kanım.
Yaşayacağım, ama çok, pek çok,
ama sen de beraber.
Ama ölüm de korkutmuyor beni.
Yalnız pek sevimsiz buluyorum
bizim cenaze şeklini.
Ben ölünceye kadar da
bu düzelir herhalde.
Hapisten çıkmak ihtimalin var mı bu günlerde?
İçimden bir şey :
belki diyor.
Nâzım Hikmet
Giderayak
Giderayak işlerim var bitirilecek,
giderayak.
Ceylanı kurtardım avcının elinden
ama daha baygın yatar ayılamadı.
Kopardım portakalı dalından
ama kabuğu soyulamadı.
Oldum yıldızlarla haşır neşir
ama sayısı bir tamam sayılamadı.
Kuyudan çektim suyu
ama bardaklara konulamadı.
Güller dizildi tepsiye
ama taştan fincan oyulamadı.
Sevdalara doyulamadı.
Giderayak işlerim var bitirilecek,
giderayak.
Nâzım Hikmet
Günün Fıkrası
Azami Yükseklik
Temel kamyonu ile Trabzon’a gidiyor. Kamyonundaki yükün yüksekliği 5 metreyi aşmış. Yol üzerinde bir tünele yaklaşırken kamyonun muavini yolun yanındaki trafik levhasını göstererek Temel’i ikaz ediyor.
“Ustacığım. Tünel yüksekliği 4 metre yazıyor.”
Temel etrafına bakınıp umursamazca yanıt veriyor; “Olsun. Etrafta trafik polisi yok.”
Günün Sözü
Hayatta gözyaşlarımı hak edecek bir insan görmedim. Ya benim gözyaşlarım gereksiz ya da uğruna gözyaşı döktüğüm insanlar değersiz.
Cemal SÜREYA