Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Geçen hafta ortası Antakya’ya turistik bir gezi yaptık arkadaşlarla birlikte. Arkadaşlarımın hemen hepsi defalarca Antakya’yı ziyaret etmişler. Ancak bendeniz Antakya’yı sadece sınavlar ve bir kez Antakyalı sanatçılarla ortak düzenlediğimiz resim sergisinde ziyaret etmiştim, birkaç kez de röportaj için oradaydım ama bu gezdim, bilirim anlamında olmadı hiç, yani kutsal mekanlarını, tarihi dokusunu, ara sokaklarını hiç görmedim. Ve bu yüzden bu gezi benim için paha biçilmezdi doğrusu ve Antakya’nın ancak birkaç yerini görebildiğimiz için eksik bir geziydi ancak ilk fırsatta bu gezileri yineleyeceğiz inşallah.
İlk olarak Habib –i Neccar Camisini gezdik. Mekan çarşı içinde, Kurtuluş Caddesi ile Kemalpaşa Caddesi kavşağında yüzyıllık zarif bir yapı. Eski bir Roma tapınağının yerine yapılmış 9. yüzyılda depremden zarar görmüş, 17. yüzyılda, Osmanlı döneminde yenilenmiş, yalnızca barok üsluptaki minaresi eski şeklini korumuş. Bu yapının altında halkın ziyaret ettiği 3 mezar bulunuyor. Oraya indiğimizde huşudan tüylerimiz diken, diken başımız saygıyla önümüzdeydi.
Sanki Kur’an-ı Kerimde anlatıldığı gibi Habib-i Neccar ile ilgili olayın geçtiği yerdeydik. Ve olayın tanıklığını yapmak için oradaydık. Kuşkusuz Habib-i Neccar camisi bu yüzden kutsal mekanlardan biri sayılmaktadır. Yerli ve yabancı turistler haftanın her günü bu mekanı ziyaret etmekte ki biz hafta ortasında oraydık buna rağmen kalabalık vardı. Habib-i Neccar (Habib Sevgili- Neccar ise marangoz Arapça’da. Benim bildiğim kadarı ile. Ve yine benim Arapçamla sanıyorum ki marangozun sevgilisi oluyor, ya da sevgili marangoz oluyor bu kutsal mekânın adı. Sevgili yaratana duyulan aşk anlamında kuşkusuz yanlışsam af ola düzeltirse de çok sevinirim)
Habib-i Neccar hazretlerinin türbesi yukarda caminin köşesinde büyük bir tevazu ile ona gelenleri karşılıyor. Caminin medrese bölümü var ve oradaki duvarlarda Arapça kitabeler bulunmakta. Daha geniş bir zamanda gittiğimde bu kitabelerin okuyabildiğimi okumak isterdim. Çünkü tarihi kaynaklara göre Antakya’da ilk cami 638 yılında Arapların şehri ele geçirmesinden sonra yapılmıştır. Bu 638 yılından kalma kitabeleri okumak için gerçekten uzman olmak gerekiyor ki bendeniz yanından bile geçemem. Bazı kaynaklara göre de Habib-i Neccar Türbesini ve Camisini Ebu Ubeyde Bin Cerrah yaptırmıştır. Caminin bulunduğu yerde 1960 yılında yapılan bir kazıda alt kısımlarda farklı duvar kalıntıları ile karşılaşılmıştır. Habib-i Neccar’ın ismi ilk kez İbni Batuta seyahatnamesinde geçmiş; burada da Habib-i Neccar’ın mezarı, yanında zaviyesi olduğunu belirtmiştir. Söylencelere göre.
Habib-i Neccar’ın başı şuan kendi adı ile anılan dağda kesilmiş inanmayanlar tarafından ve kutsal baş dağdan yuvarlanıp bu mekana gelmiş ve bu cami o zaman yaptırılmış. Ancak bendeniz buna inanmadım ve zaten cami imamı da bunu yalanladı ve bedenin tam olarak bu avluda yattığını söyledi. Kutsal mekanlar hakkında herkesin kendine göre bilgisi oluyor çoğunlukla kulaktan dolma falan. Geçenlere de yazmıştım şimdi de daha geniş olarak netten ve camiden aldığım bilgilerle ve bazı söylencelerle ve Yasin süresine tam uyum içindeki bilgileri sizlerle paylaşmak istiyorum. Kuşkusuz kutsal kitapta isimler zikredilmemiştir. Mekan olarak sadece kariye denmiştir. Kariye Antakya’nın eski adı.
& & & & &
Habib-i Neccar Kimdir?
İsa Aleyhisselâm bir yandan İsrailoğullarını doğru yola çağırırken, diğer yandan da çevre memleketlere tebliğ için havarilerini gönderir. Bu memleketlerden biri de Nusaybin’dir. Nusaybin hükümdarı putperesttir. İsa Aleyhisselâm aldığı ilâhî emir gereği üç havarisini Nusaybin hükümdarı ve halkına tebliğe göndermişti. Nusaybin’e gelen havariler önce büyük bir tepki ile karşılaştılar. Hükümdarı yalan, yanlış bilgilerle dolduran İsrailoğullarının casusları, hükümdarın havarileri terslemesini sağlamıştı. Hatta daha da ileri giderek, havarilerden birinin el ve ayaklarını kesmişti. Böyle ağır bir işkenceye maruz kalan havariler, geri adım atmadılar. Bir kolayını bulup hükümdarın sarayına sokuldular ve hükümdarın çevresinden, yakın adamlarından bir iki kişiyi ikna edip kendilerini dinlettirdiler.
Hükümdarın birkaç yakın adamını ikna edip Müslüman olmalarını sağlayan havariler, amaçlarına ulaşmaya başlamışlardı. İman eden adamlar, durumu uygun bir dille hükümdara açtılar ve hükümdarın havarilerle görüşmesini temin ettiler. Havarilerin hükümdarla görüşmesi çok olumlu geçti. Netice itibariyle İsa Aleyhisselâm’ı ağırlamak istediğini havarilere bildirdi. İsa Aleyhisselâm’a haber gönderildi ve Nusaybin’e gelmesi istendi. İsa Aleyhisselâm da Nusaybin’e gelerek, hükümdarla görüştü. İsa Aleyhisselâm’ın Nusaybin hükümdarı ile görüşmesi güzel sonuçlar verdi. Hükümdar iman ederek, Müslüman oldu. Hükümdarın huzurunda bulunurken, kolları ve ayakları kesilen havarinin durumu konuşuldu, Hükümdar pişmanlık ve üzüntüsünü beyan etti. İsa Aleyhisselâm bu havarinin kendisine getirilmesini istedi. Kısa zaman sonra huzura gelen, kolları ve ayakları kesilmiş havari son anlarını yaşıyordu. İsa Aleyhisselâm havarisi için duada bulundu; kolları ve ayakları eski hâline döndü. Havari eski sağlığına tekrar kavuştu. Bu manzara karşısında orada bulunanların hepsi iman edip, Müslüman oldular. Hatta şehrin önemli bir kısmı iman edenlerden oldu.
Tebliğe gönderilen memleketlerden biri de Antakya’dır. Antakya’ya gönderilen havariler de ilâhî emir gereği gönderilmişti. Antakya’ya gönderilen havarilerin kıssası Kur’an-ı Kerîm’de şöyle anlatılmaktadır: “Onlara, şu şehir halkını misal getir: Hani onlara elçiler gelmişti…” (Yasin, 13–29)
Rivayet edildiğine göre; İsa Aleyhisselâm iki elçisini Antakya’ya gönderdi. Bu iki elçi şehre yaklaştıkları sırada bir koyun çobanı olan Habib-i -Neccar ile karşılaştılar. Elçiler Habib en-Neccar’a selâm verdiler. Habib en-Neccar: “Siz kimsiniz?” dedi. Elçiler: “Bizler, İsa Peygamberin elçileriyiz. Biz, İslâm dinini tebliğ için buralara geldik. Rabbimizin izni ile hastaları da iyileştirir, körleri ve alaca hastalığını da iyi ederiz” dediler.
İsa Aleyhisselâm’ın elçisinden bunları duyan Habib-i Neccar, yıllardır tedavi ettiremediği bir hastasını, bir rivayete göre; kendi çocuğunu elçilerin yanına getirir. Elçiler hasta için Rablerine niyazda bulunurlar ve hasta hemen iyileşerek ayağa kalkar. Bu durum, Habib-i Neccar’ın kâmil mânada iman etmesini sağladığı gibi bu olay diğer insanlar tarafından da duyulur. İman edenlerin sayısı hızla artar. Kısa zaman içinde meydana gelen bu gelişmeler hükümdarın kulağına kadar gider. Hükümdar bu iki elçiyi huzuruna çağırır: “Sizler kimlersiniz? Memleketimizde ne arıyorsunuz?” “Bizler, Peygamberimiz İsa Aleyhisselâm’ın görevlendirdiği elçileriyiz. Seni ve tüm halkı bir olan Allah’a imana ve ibadet etmeye çağırıyoruz.”
“Tanrılarımızdan başka bir Rabbiniz mi var?” “Evet, seni, senin sahte tanrılarını ve her şeyi yoktan var eden bir Tanrımız var.” Bu cevap hükümdarı çileden çıkarır. Yanındakilere emreder ve iki elçiyi derhal zindana attırır. Elçilerinin hapse atıldığı haberi İsa Aleyhisselâm’a ulaşınca, bir elçi daha gönderir. Bu durum Kur’an-ı Kerîm’de şöyle bildirilmektedir: “İşte o zaman biz, onlara iki elçi göndermiştik. Onları yalanladılar. Bunun üzerine üçüncü bir elçi gönderdik. Onlar: Biz size gönderilmiş Allah elçileriyiz! dediler.” (Yasin, 14)
Üçüncü elçi Antakya’ya gelince doğruca hükümdarın yanına varır. Hükümdara arkadaşları ile ilgili sorular sorar: “Duydum ki, zindanda, enteresan şeyler iddia eden iki kişi varmış. Onların ne dediklerini duymak için onları oradan çıkarıp, buraya getirir misin?” Hükümdar onun bu isteğine: “Olur.” diyerek, yanındaki görevlilere emreder: “Zindanda bulunan o iki kişiyi buraya getirin.” Elçiler huzura getirilince daha önce yaptıkları tebliği tekrarlarlar. Bunun üzerine üçüncü olarak oraya gelen elçi onlara sorular sorar: “Bu anlattıklarınıza deliliniz nedir?”
“Biz Rabbimizin izni ile hastaları, anadan doğma körleri ve alacaları iyileştiririz.” Bunun üzerine son gelen elçi hükümdara dönerek: “Ey Hükümdar! Onları yenmek istiyorsan, taptığınız putlara söyleyin de bunları halletsinler.” der. “Bizim ilâhlarımızın görmediklerini, duymadıklarını, kâdir olmadıklarını sen de biliyorsun.” “Öyleyse doğru ve gerçek bu iki elçiden yanadır.”
Sonra elçilerle konuşmaya başlar: “Elçilere dedi ki: Siz de ancak bizim gibi birer insansınız. Rahman herhangi bir şey indirmedi. Siz ancak yalan söylüyorsunuz.” (Yasin, 15) “(Elçiler) dediler ki: Rabbimiz biliyor ki, biz gerçekten size gönderilmiş elçileriz. Bizim vazifemiz, açık bir şekilde Allah’ın buyruklarını size tebliğ etmekten başka bir şey değildir.” (Yasin, 16–17)
Bu sırada hükümdar ve adamları şöyle derler: “Doğrusu siz bize uğursuz geldiniz. Eğer bu işten vazgeçmezseniz, andolsun ki, sizi taşlarız. Bizden size mutlaka fena bir kötülük dokunur.”(Yasin, 18) “Elçiler şöyle cevap verdi: Sizin uğursuzluğunuz sizinle beraberdir. Size nasihat ediliyorsa, bu uğursuzluk mudur? Bilakis siz aşırı giden bir milletsiniz.” (Yasin, 19)
Bu konuşmaların geçtiği sırada bir başka olay daha meydana gelir. Bunu öğrenmek için Kur’an-ı Kerîm’e kulak veriyoruz: “Derken şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi. ‘Ey kavmim!’ dedi, ‘Bu elçilere uyunuz!’” (Yasin, 20) Hükümdar ve maiyeti sesin sahibine baktıklarında karşılarında Habib en-Neccar’ı gördüler. Habib en-Neccar onların bir şey söylemelerine fırsat vermeden: “Sizden herhangi bir ücret istemeyen bu kimselere tâbi olun; çünkü onlar hidayete ermiş kimselerdir.”
Hükümdar ve maiyeti, Habib en-Neccar’a dönerek: “Yoksa sen de mi bunların dinindensin?!” dediler. “Bana ne olmuş ki, beni yaratana ibadet etmeyecekmişim! Hâlbuki hepiniz O’na döndürüleceksiniz. O’ndan başka tanrılar mı edineyim? O çok esirgeyici Allah, eğer bana bir zarar vermeyi dilerse onların (putların) şefaati bana hiçbir fayda veremez, beni kurtaramaz. İşte o zaman ben apaçık bir sapıklığın içine gömülmüş olurum. Şüphesiz ben, Rabbinize inandım, beni dinleyin.” (Yasin, 22–25)
Habib-i Neccar’ın bu güzel daveti, başta hükümdar olmak üzere orada bulunan herkesin inkârının artmasından başka bir işe yaramadı. Habib-i Neccar’ı taşlamaya başladılar. Ta ki Habib-i Neccar ruhunu rahmet-i rahmana teslim edinceye kadar bu taşlama sürdü. Ne zaman ki, cansız bir beden olduğunu gördüler, o zaman taşlamayı bıraktılar.
28. Ayet: Biz arkasından kavminin üzerine bir ordu indirmedik, indirecek de değildik. 29. Ayet: Sadece bir gürültü oldu, onlar da hemen sönüverdiler. Sonra ona) “haydi gir cennete!” denildi. O da dedi ki: “Ne olurdu kavmim bilseydi!” “Rabbimin beni bağışladığını ve beni kendilerine ikram edilen kullarından kıldığını…” Kaynak: habib-ineccar.com
Günün Sözü
Cahil kişi gülün güzelliğini görmez, gider dikenine takılır.
Mevlana