Günaydın sevgili okuyucularım, nasılsınız bu sabah? Sıcaklarla aranız nasıl? Valla eridik bittik. Bir hikaye okuyalım da havamız değişir belki. Sağlıkla sevgiyle kalın… Yase
& & & & &
Marangoz
Yılların marangozuydu. Saçlarını o küçük atölyesinde ağartmıştı. Eskisi kadar işi yoktu artık. Fabrika mamulü eşyalar piyasayı istila etmişti. El işi özel imalat meraklıları dışında kimse gelmiyordu dükkânına. Hani neredeyse birer sanat eseri olan masalar, sehpalar, kitaplıklar yapar, geçimini bununla sağlardı. En iyi tahtaları kullanır, görülmedik bir özenle çalışırdı.
Tahta mı gerekiyor, keresteciye mutlaka kendisi gider; ceviz, gürgen, çam cinsinden en iyi tahtaları bizzat seçip alırdı. Üzerlerinden en az bir yıl geçmedikçe bu tahtaları asla kullanmaz, kurumalarını beklerdi. Bu yüzden de yaptığı eserlerinde en küçük bir ayrılma, eğilme, bükülme olmazdı. İmal ederken pek az çivi kullanırdı, “Demir çivi eşyanın ömrünü kısaltır” derdi.
İşinde gayet titizdi. Az konuşur, sorulan sorulara kısa cevaplar verir, ücret konusunda hiç pazarlık etmezdi. Tanıyanlar bilirlerdi bu huyunu, tanımayan müşteri gelir de fiyata itiraz ederse, sözü uzatmaz, “Ben hakkımdan fazlasını istemem” der, pahalı geliyorsa başka bir marangoza gitmesini söylerdi. Sinirliydi biraz, bu huyunu bilir, kimseyle tartışmamaya çalışırdı.
Sabah namazından beri çalışıyordu. Bir hayli yorulmuştu. Sipariş edilen bir masayı daha bitirdikten sonra, “Bugünlük bu kadar yeter” deyip oturdu. Kurban bayramına üç gün kalmıştı, kurbanlık alması gerekiyordu. “Bir bardak çay içeyim de ondan sonra giderim” dedi. Kendi kendine konuşurdu yalnız zamanlarında. Emektar aletleriyle sohbet ederdi bazen. Bunlar onun organları gibiydi.
İki dükkân ötedeki çay ocağına gitti, selam verip bir sandalyeye oturdu. Onun her zaman “orta açık çay” içtiğini bilen garson, sormaya bile lüzum görmeden getirdi çayını. Şekeri karıştırırken, kendisi gibi emektar ustalardan biri olan arkadaşı kapıda belirdi. Sonra da gelip yanına oturdu. Tornacıydı adam. Son zamanlarda iyice yaşlanmış, işini göremez olmuştu. Dalgındı, hüznün resmi mürtesemdi yüzünde.
Söz kurbandan açıldı, konuştular bir iki satır. “Biraz sonra gidip kurbanlık alacağım” dedi marangoz. Tornacı dalgın gözlerle marangozun yüzüne bakıyordu. Söyleneni işitiyor ama anlamıyordu. Marangoz farkına vardı bunun: “Canın sıkkın” dedi.
“Evet.” “Sebep?” “Bir talebe var… Üniversitede okuyor.” “Ne var bunda?” “Önüm sıra yürürken birden yere yıkıldı çocuk.” “Niye?” “Kaldırdım hemen. Sebebini sordum. Önce söylemek istemedi. Israr ettim… Açlıktan başı dönmüş…” “Kimi kimsesi yok mu peki?” “Gurbet hali, bilirsin. Arkadaşları var gerçi. Bizim binanın bodrum katında kirada oturuyorlar. Hepsi memleketlerine gitmişler.” “Bu niye gitmemiş?” “Gidememiş. Para beklemiş ama gelmemiş parası. Ailesi fakirmiş anlaşılan, gönderememişler. Cebindeki üç beş kuruş da bitince aç kalmış. Kimselere söyleyememiş derdini.”
Marangoz şakaklarını ovdu bir süre. İri bir eli, nasırlı parmakları vardı. Âdetiydi, canı sıkıldı mı iyice bastırarak alnını, şakaklarını, göz çukurlarını ovardı. Tornacıyı ilk kez görüyormuş gibi bakarak sordu: “Sen ne yaptın peki?” “Ne yapacağım” dedi Tornacı, “aldım eve götürdüm. Allah ne verdiyse beraber yedik. Lakin fazlasını yapamadım. Benim de meteliksiz zamanıma rast geldi. Kalktım buraya geldim, belki bir iş çıkar diye.” “Çıktı mı peki?”
Tornacı “Nerde o eski günler!” dercesine elini sallayıp sustu. Önüne konan çayı karıştırmaya başladı. Şeker atmayı unutmuştu. Marangoz da susuyordu. Bir yanda evde kurban bekleyen hanımı vardı, öte yanda parasızlıktan yere yıkılan bir garip talebe. Elini cebine attı, bütün parasını çıkarıp tornacıya uzattı: “Götür ver!” dedi, “Söyle ona, memleketine gitsin.”
Tornacı hayretle baktı: “Hepsini mi?” “Hepsini.” “Kurban alacaktın hani?” “Allah kerim!” dedi Marangoz, başka da bir şey söylemedi.
Uzunca sustular. Tornacı parayı cebine koyup gitti. Marangoz da atölyeyi kapatıp evin yolunu tuttu. Yürüyerek gitmek zorundaydı, son parasını da çaycıya vermişti çünkü.
Evde, “Kurbanlık almadın mı Bey?” diyen hanımına da Tornacıya verdiği cevabı verdi: “Allah kerim!” Kadın başka soru sormadı. Tanırdı kocasını. Sessizce sofra hazırlamaya başladı. İkinci gün tekrar atölyesine gitti Marangoz. İş elbisesini giyip tezgâhının başına geçti. Çam ve tutkal kokuyordu atölye. Yıllardır bu kokuyla yaşamıştı. Bu koku elbisesine de siner, her nereye gitse onunla gelirdi. Eline planyayı aldı, işe başlayacaktı ki kapıda bir adam belirdi: “Merhaba usta!” “Merhaba!” Adam eşikte duruyordu, arkası güneşe dönük olduğu için yüzü iyi seçilmiyordu. Marangoz tanıyamamıştı. Adam anladı durumu, bir iki adımda içeriye girdi. “Beni tanıyamadın galiba.”
“Evet.” “Üç ay kadar önce sana bir iş yaptırmıştım. Çalışma odam için masa, sehpa, kitaplık falan… Paranın bir kısmını vermiş bir kısmını sonraya bırakmıştım. Şimdi hatırladın mı?” “Hatırlar gibi oldum. Gebzeliydin galiba.” “Evet… Ya usta, kusura bakma, parayı geciktirdim. Bir türlü yolum düşmedi buralara. Sen de arayıp sormadın.” Cebinden bir deste para çıkartıp uzattı Marangoza: “Buyur. Bayram yaklaştı, lazım olur. Hakkını helal et.” Marangoz parayı alıp tezgâhın üstüne koydu. “Buyur bir çay iç” dedi. “Sağ ol usta, başka zaman. Arabayı çalışır vaziyette bıraktım. Bana müsaade.” Ustanın elini sıkıp gitti adam. Marangoz parayı saydı. Kurban bayramı için ayırıp da sonra Tornacıya verdiği paranın tam iki katıydı! En küçük bir hayret ifadesi belirmedi yüzünde. Hafifçe gülümsedi ve “Allah kerim!” dedi.
& & & & &
Asıl Fakirlik
Günlerden bir gün bir baba ve zengin ailesi oğlunu köye götürdü. Bu yolculuğun tek amacı vardı, insanların ne kadar fakir olabileceklerini oğluna göstermek. Çok fakir bir ailenin çiftliğinde bir gece ve gün geçirdiler. Yolculuktan döndüklerinde baba oğluna sordu, “İnsanların ne kadar fakir olabildiklerini gördün mü?”
“Evet!”
“Ne öğrendin peki?”
Oğlu cevap verdi, “Şunu gördüm: bizim evde bir köpeğimiz var, onlarınsa dört. Bizim bahçenin ortasına kadar uzanan bir havuzumuz var, onlarınsa sonu olmayan bir dereleri. Bizim bahçemizde ithal lambalar var, onlarınsa yıldızları. Bizim görüş alanımız ön avluya kadar, onlarsa bütün bir ufku görüyorlar.”
Oğlu sözünü bitirdiğinde babası söyleyecek bir şey bulamadı. Oğlu ekledi, “Teşekkür ederim baba, ne kadar fakir olduğumuzu gösterdiğin için!”
& & & & &
Kapıyı İçerden Açmak
9.yüzyılın büyük İngiliz ressamlarından William Holman Huntın, bir bahçeyi tasvir eden bir tablosu Londra Kraliyet Akademisi de sergileniyordu.
Huntın ‘Kâinat ışığı’ adını verdiği bu tabloda geceleyin elinde bir fenerle bahçede duran filozof kılıklı bir adam görülüyordu. Adam, serbest kalan eliyle bir kapıyı vuruyor ve içeriden bir cevap bekler gibi görünüyordu. Tabloyu tetkik eden bir sanat eleştirmeni Hunta dönerek: “Güzel bir tablo doğrusu, ama manasını bir türlü kavrayamadım” dedi. “Adamın vurduğu kapı hiç açılmayacak mı? Ona kapı kolu takmasını unutmuşsunuz da…”
Hunt gülümsedi ve ekledi: “Adam alelade bir kapıya vurmuyor ki… Bu kapı, insan kalbini simgeliyor… Ancak içerden açılabildiği için dışında kola ihtiyacı yoktur”
Günün Şiiri
ERTELEME
Öbür gün, evet, yalnızca öbür gün…
Yarın öbür günü düşünmeye başlayacağım,
Belki her şey olup bitecek; ama bugün değil…
Hayır, bugün değil; bugün yapamam.
Öznel nesnelliğimin şaşırtıcı inadı,
Gerçek yaşamımın uykusu, araya girmesi,
Sezinlemesi, bitimsiz bezginlik-
Bütün dünyam bir tramvaya yetişme çabası-
Öyle bir ruh o…
Yalnızca öbür gün…
Bugün hazırlanmak istiyorum…
Hazırlanmak istiyorum kendi yarınım için, öbür günü düşünmek için…
Sonucu belirleyecek olan bu.
Hâlihazırda planlarım var, ama hayır, bugün planlama yok…
Yarın planl yapma günüdür.
Yarın dünyayı fethetmeye masama oturacağım;
Ama ancak öbür gün fethedeceğim dünyayı…
Ağladığımı hissediyorum,
Apansız ağladığımı hissediyorum, derinden içime doğru…
Bugün ne olup bittiğini bilmeyin, bu bir giz, söyleyemem.
Yalnızca öbür gün…
Çocukken her hafta Pazar günü sirki beni eğlendirirdi.
Bugün bütün eğlencem çocukluğumdaki tüm hafta süren Pazar günü sirki…
Öbür gün, bambaşka biri olacağım,
Yaşamım zaferle taçlanacak,
Zekâmın bütün gerçek nitelikleri, iyi öğrenimim, uğraşım-
Hepsi toplanacak bir araya herkese duyurmalı…
Ama herkese sunulan boşa gidecek yarın…
Bugün uyumak istiyorum, gerçek nüshayı yarın yapacağım…
Bugün için, hangi gösteri yineleyecek çocukluğumu bana?
Yarın bir bilet satın alabilirsem,
Gerçek gösteri öbür gün çünkü…
Daha önce değil…
Öbür gün göstereceğim halkın karşısında yarınki kendimi
Öbür gün bugün ben olmadığım görülecek sonunda.
Yalnızca öbür gün…
Sokak köpeği gibi uykuluyum.
Gerçekten uykum var.
Yarın size her şeyi söyleyeceğim, ya da öbür gün…
Evet, belki de yalnızca öbür gün…
Adım adım…
Evet, adım adım…
Fernando PESSOA / Türkçesi: T.Asi BALKAR
Günün Fıkrası
Amerikan Delegesi Hanımefendi kürsüye gelmiş… “Geçen yılın kararlarını aynen uyguladım. Eve gider gitmez kocama: ‘Bundan sonra temiz çamaşır istersen kendi çamaşırını kendin yıka. İşte makine orda…’ dedim. İlk gün bir şey görmedim. İkinci gün bir şey görmedim. Üçüncü gün bir baktım, makinenin başında sadece kendi çamaşırlarını değil, benimkileri de yıkıyor.” Alman Delegesi söz almış, arkasından.. “Ben de kararımız gereğince kocama: ‘Bundan böyle temiz tabakta yemek istiyorsan kendi bulaşığını kendin yıka’ dedim.. Birinci gün bir şey görmedim. İkinci gün bir şey görmedim. Üçüncü gün baktım, makinenin başında sadece kendininkileri değil, benim bulaşıklarımı da yıkıyor.” Üçüncü konuşmacı bizden feminist kardeşimiz… “Türkiye’ye döner dönmez kararımız gereğince kocamla konuştum. Ona dedim ki: ‘Bundan böyle yemek yemek istiyorsan, kendin pişirmen gerekecek. İşte mutfak orada…’ dedim. Birinci gün bir şey görmedim. İkinci gün bir şey görmedim. Üçüncü gün sol gözüm biraz açılır gibi oldu, hafiften görmeye başladım…”