Gözyaşları ve Gülüşler

0
118

Günaydın sevgili okuyucularım. Nasılsınız bu sabah? Bu hafta yoğun ve verilen sözlerin defalarca yerine getirilmesine, sinirlerimizin ara-ara laçkalaşıp çeşitli yaptırımlar uygulamak üzere kararlar almamıza rağmen defalarca vazgeçtiğimiz, bize söz verip de günlerce, haftalarca bekleten, gerçekten söz verip de yerine getirmemek nasıl oluyormuş bize öğreten zatı muhtereme rağmen, yağan yağmurdan, suların birikmesine, yeni gelen faturalara ve tepemizi attıran bin bir şeye rağmen iyi geçti diyebiliriz… Ne tuhaf değil mi? Bir an bir haftaya bedel olabiliyor bazen, önemli olan o anın ayrımında olmak sadece diye düşünüyorum.

Her şeye rağmen kıs-kıs gülünecek şeyler bulmak, bir bardak kahveyi paylaşabilmek örneğin. Ya o minnacık anları görmeden geçip gitseydi hayatımız, nasıl yaşamış olabilirdik ki? Bazen hatta çoğu zaman kendimize acımaktan hoşlandığımız için olayları büyütüp dramatize edebiliyoruz rahatlıkla. Bu sabah o ikilem içinde boğulup kalmadan bir masal paylaşmak istiyorum,  Defalarca paylaşmışımdır ama yeniden paylaşmakta yarar var diye düşünüyorum.

& & & & &

Dünyada İki Gül Masalı

“Dünyada iki gül olsun, biri kırmızı biri beyaz, sen beni unutursan kırmızı gül solsun, ben seni unutursam beyaz gül kefenim olsun”

“Bir söylenceye göre düşman iki ailenin çocukları olan Ali ile Zehra birbirine ölesiye sevdalıymışlar. İki genç daha çocukken ailelerinin düşmanlığına rağmen, gönül verip sevmişler birbirilerini. Aşkları, gökle- yerin aşkı kadar büyük, çiçekle suyun-aşkı gibi temizmiş.

Günler gecelere, geceler günlere akıp giderken, herkes aşkına göre almış hissesini hayatın pınarından.. Yıllar su gibi akıp gitmiş. Ve yöre de herkesin dilinde Zehra kızın güzelliği söylenir, Zehra kızın güzelliği konuşulur olmuş. Taa topuğuna kadar inen saçları, simsiyah gözleri, inci dişleri, kıpkızıl dudakları, pembe yanakları ve tanrı heykelleri gibi kusursuz bedeni ile perileri kıskandıracak kadar güzel ve alımlıymış…

Derken Ali ile Zehra büyüyüp evlenme çağına erişmişler ama evlenmelerine her iki tarafta bir türlü razı olmamış. İki düşman aile arasında kavgalar başlamış, günlerce silahlar patlamış…

Zehra ile Ali de çevrelerine aşklarını, birbirine bağlılıklarını kanıtlamak için evlerini terk edip iyi yürekli bir çobanın yardımıyla uzak bir vadideki mağaraya gizlenip yıllarca orada barınmışlar.

Zehranın kardeşleri her yeri aramış taramışlarsa da hiç bir yerde izine rastlamamışlar. Epey bir zaman yabani meyveler, bitkiler, kökler yiyerek ve geceleri çobanın köyden taşıdığı yiyeceklerle yaşamını sürdürmüşler…

Dolunaylı gecelerde iki derin vadi arasındaki mağaranın önünde oturup, alt tarafından çağıl çağıl akan sulara bakarak dağlara, taşlara türküler yakmışlar.

Zehra kızın saçları gece, gözleri yıldız, bakışları gökkuşağını andırırmış. Baktıkça rengarenk bir ahenk sararmış vadinin içini… Her sabah gün burada aşkla başlayıp, aşkla bitermiş… Kuşların inceden soluyuşu, ağaçların nazlı nazlı sallanışı, yaprakların hışırtısı bir başka güzelleştirirmiş çevreyi… Renk renk, desen desen çiçekler içinde, pınarların da akışıyla bu renk ve ahenk harmonisi, iki gönül coğrafyasının ve iki yürek ikliminin mutluluğuyla uzayıp gitmiş günler.

Genç adam sevdiği kıza her gün hayran hayran bakarak sazına sarılıp türküler dizermiş ırmaklara… Dağ, taş dillenirmiş sesinde… Sevdiğinin gözleri denizin incileri, dişleri mercan, saçları gecenin karanlığı, gülüşü bahar gülü kadar güzelmiş, güldükçe can gülleri saçılırmış dağa, taşa…

Sonra Zehra kızın kardeşleri iz sürüp yatmışlar pusuya. Her şeyden habersiz dağlara, kayalara saz çalıp sevdiğinin ceylan gözlerine türküler söyleyen Ali tek kurşunla kayadan aşağı yuvarlamışlar.

Ağıt yakıp saçlarını yolan Zehra kız Ali’nin acısına dayanamayıp ümitsizliğe kapılarak oda kendini aynı uçurumdan aşağı bırakır.

İkisi yan yana gömülür. Sonraları kızın başucuna ak, erkeğin başucunda al bir gül fidanı çıkar ve her bahar yeşerip biri ak biri kırmızı gül açarak birbirine sarılarak tekrar kavuşurlar hiç ayrılmamak üzere…

Yelpınarın suyu gövdelerine değdikçe ağlamışlar, iri iri yaşlar süzülmüş yapraklarından… Beyaz duvağını takıp tomurcuğuna, ağıtlar yakmışlar kayalara dönüp sırtını munzur dağına. Ne zamanki acısı, ne zamanki hasreti işlemiş kayalara Zehra kızın, paramparça olmuş kayalar, her parça kızıl bir ağgül olmuş kanamış. Yıllarca pınarlar kan akmış… Tarifsiz bir acı çökmüş her yana…

İşte o gün bu gündür her bahar birbirine kenetlenen bu iki çiçeğin olduğu yerde ağlama ve inilti sesleri duyulur geceleri… Halk arasında mağaranın önünde gömülü olduğuna inanılan bu iki sevgilinin aslında ölmediklerinin, onların değişik zamanlarda değişik şekillerde göründüğüne dair rivayet edilir. Halk arasında hala iki sevgilinin, iki çiçeğe dönüşerek yaşadıklarına inanan yörenin gençleri… Bu söylentilerin de etkisiyle olacak ki, her bahar mağarayı ziyaret ederek dilek tutup kısmet ve murat duası ederler…

Rüzgarın sesi bu yörelerde her gece yaşanmış efsaneleri fısıldar. Bazen yaşlı bir ninenin anlattığı masalda dillenir, bazen de bir sazın tellerindeki ezgide..

& & & & &

Nasıl beğendiniz mi ben çok sevdim. Ve şimdi sağlık ve sevgiyle kalalım sevgili okuyucularım. Ayrımsız gayrımsız… Yase

& & & & &

Ve “Gezgin” den bir alıntı…

Gözyaşları ve Gülüşler

Nil kıyısın da, gün batarken, bir sırtlanla bir timsah karşılaştılar. Durup selamlaştılar. Sırtlan dedi ki ;”nasıl gidiyor hayat azizim?”

Timsah cevap verdi. “Benim için kötü… Zaman zaman acı ve hüzünle ağlıyorum o zaman da öteki hayvanlar bıkıp usanmadan “bunlar timsah gözyaşlarından başka bir şey değil!” diyorlar. Bu da beni öyle yaralıyor ki söyleyecek söz bulamıyorum.”

Bunun üzerine, sırtlan konuştu; “Acınızdan ve hüznünüzden söz ediyorsunuz, ama bir an benim yerimde olduğunuzu düşünün. Dünyanın güzelliğini seyrediyorum; harikalarına, mucizelerine bakıyorum, salt bir neşeyle, tıpkı günün güldüğü gibi bazen kahkahayla gülmeye koyuluyorum. Şu ormanın milleti de bu bir sırtlanın gülüşünden başka bir şey değil diyor. HALİL CIBRAN

Günün Şiiri

Şarkım
Şarkım ne gelip geçici övgüler düzer
ne de başkalarına ün katar,
yoksul ülkemin
kök salmıştır toprağına.
Orada, her şeyin bittiği
ve her şeyin başladığı yerde,
söylerim o her zaman yiğit ve derin
sonsuza dek yeni olacak şarkıyı
Victor JARA

Kalbimin Derinlerinden

Kalbimin derinlerinden bir kuş uyandı
ve uçtu gökyüzüne doğru.
Yükseldikçe, daha ve daha,
büyümeye başladı daha da.

Önce bir kırlangıç gibiydi,
sonra tarla kuşu ve kartal,
sonra bir bahar bulutu misali genleşti
en sonunda tüm yıldızlı gökleri kapsadı.

Kalbimin derinlerinden bir kuş uyandı,
uçtukça büyüdü, çoğaldı,
oysa yüreğimi hiç terk etmemişti…
Halil Cibran

Ve Hüznüm Doğduğunda…

Özenle besledim onu.
Ve hüznüm doğduğunda hüzünle besledim onu,
Gece gündüz üstüne titredim sevecenliğimle.
Ve hüznüm büyüdü zamanla, serpilip güçlendi,
Tüm canlı varlıklar gibi olağanüstü güzelleşti.
Ve hüznümle ben, hep sevdik birbirimizi ve dünyayı
Kaynaştık güzel ruhlarımızla birbirimize ve dünyaya.
Ve hüznümle ben, söyleştikçe günlerimiz kanatlanır,
Konuşkan düşlerimizle seçkinleşirdi gecelerimiz.
Ve hüznümle ben, şarkılar söylerdik, komşular dinlerdi;
Çünkü deniz gibi derindi, anılarla dopdoluydu ezgilerimiz.
Ve hüznümle ben gururla yürürdük, saygılı gözler önünde;
Düşmanca bakanlarda olurdu, çünkü soyluydu hüznüm.
Ve hüznüm her canlı gibi öldü bir gün, yalnız kaldım;
Kendimden geçtim, düşüncelere daldım, bunaldım.
Ve konuştuğumda duymuyorum şimdi kendimi,
Ve komşularım gelmiyor artık şarkılarımı dinlemeye.
Ve düşlerimde dost sesler bana bakıp fısıldıyor şimdi:
“İşte bakın, burada yatıyor hüznüyle birlikte ölen adam.”

VE SEVİNCİM DOĞDUĞUNDA…

Ve sevincim doğduğunda, çatıya çıkıp haykırdım:
“Gelin komşular, görün, gülümseyen güneş oldum! ”
Ama hiçbir komşum gelmedi sevincimi görmeye
Aylarca sürdü şaşkınlığım, unutuldum, yalnızdık.
Ve sevincim solgun, güçsüz büyüdü; benden başka
Hiçbir yürek ona sevgi duymadı, öpmedi hiçbir dudak;
Ve sonunda her canlı gibi öldü sevincim, yalnızlıktan…
Ve şimdi öldü sevincimi, ölü hüznümle anımsayabiliyorum.
Ve yüreğimde kardeş anıları, rüzgârda mırıldanıp düşen
Suskun ve solgun güz yapraklarını andırıyor şimdi…

Halil Cibran

Günün Fıkrası

Bir makine mühendisi, bir elektrik mühendisi ve bir de bilgisayar mühendisi binmişler bir arabaya gidiyorlar. Yolun yarısına geldiklerinde araba bozuluyor ve makine mühendisi; “Ben hallederim” deyip yatıyor arabanın altına, bir kaç yere çekiç vuruyor, vida sıkıyor falan, biniyorlar arabaya, hala bozuk. Bu sefer elektrik mühendisi hemen atlıyor, “Bana bırakın” diye… Kabloları kontrol ediyor, eLektrik aksamına bakıyor, biniyorlar arabaya ama tık yok gene. Makina ve elektrik mühendisi bilgisayar mühendisine dönüyorlar. Sıranın kendisine geldiğini anlayan bilgisayar mühendisi: “Eee.. şey… arabadan çıkıp bir daha girsek?”

Günün Sözü

Karakter sahibi bir insanın ruhu yaralarla doludur.
Halil Cibran

Bir insanı sustuğu yerlerden tanıyabilirsiniz.
Halil Cibran

CEVAPLA

Please enter your comment!
Please enter your name here