“Gen”lere Taktık…

0
50

Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Tarih tekerrür (tekrar) eder buna inanıyorum. Ama insanın ruhsal durumu duruşu ve düşünceleri değişik yıllarda ama aynı aylarda hep aynı mı olur? Buna da kendini tekrarlamak mı denir? Öyleyse kendimi tekrarlıyorum bu sabah? Geçen yılın Mart ayının 5inci günündeki yazımla 2013 Mart ayının beşinci günündeki ruhi ve havai durumu ile. Ne garip  şöyle bir dolaşıyordum suskun ve suskun olmanın bütün avantajları ile belgelerimde bir de baktım ki aynı ruh durumu ve yanı havalar sanki birbirinin aynısı nasıl oluyor bu anlayamıyorum birde insan değişir derler aslında insan kendini tekrar ediyor yalnızca ve bu tekrarlar bir şeyler ekleyebiliyorsa dağarcığınıza kazancız bu, yoksa hayat aynen tarihin tekerrürü gibi tekrarlıyor bizi de. Ve bu bapta geçen yıl bugün yazdığım yazıyı bu günümün aynısı olduğu için yeniden paylaşıyorum. Yazı yazmanın güzelliklerinden biri de bu kendinizin tarihçisi oluyorsunuz böylece. 

Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Yine sımsıkı suskunum bu sabah? Konuşmayı taktım kafaya konuşma gayretim yok. Fısıldama bile. Sımsıkı dudaklarım dişlerim. Herkes o kadar çok saçma sapan ve ıvır zıvırı kafaya takmış dile dolamış, vırvır, zırzır konuşuyor ki gına geldi. (bıkmak usanmak) bazı zamanlar buna dayanıyorsunuz hatta o kadar hoş görüyorsunuz ki, kendinize “aferin” bile diyebiliyorsunuz. Ve bu günüde atlattık hiç söylenmeden diyebiliyorsunuz. Ama bazen de bir sabırsız bir sıkıntılı, bir  suskun oluyorsunuz ki kimse konuşmasın istiyorsunuz, mümkünse sussun bütün sesler. Çünkü içimizdeki sesler konuşuyor ve biz onları dinliyoruz dudaklarımız sımsıkı gözlerimizde boş bir bakış. Hatları sertleşmiş bir surat. Allah aşkınıza sımsıkı dudaklardan ve sert surattan kimse bir mesaj çıkaramaz mı?

Kimse bazen, bazen bu durumda olmadı mı, olmuyor mu? Biz özel miyiz yalnız mıyız bu alemde iç seslerini dinlerken sessizlik isteyen… Hiç sanmıyorum. Öyle olsaydı biz kendimizi hangi aynada görecektik? İşte sorun burada. Aynaya bakmayı bilmek gerek. Her aynaya bakan gerçeği göremez ki görebilseydi bu yazıyı yazıyor olmazdım şimdi. Evet o kadar çok ki yanımda çok konuşanlar, hiç konuşmak ve dinlemek istemediğimi asla görmek istemeyenler. Neden böyle oluyor diye bu konuda ufak bir araştırma yapma gereği duydum artık. Çok konuşmak gensel bir şey mi? Beyinsel bir işlev mi, denetlenebilir mi  denetlenemez mi, çok konuşanlar ya da az konuşanlar genleri icabı mı bu durumdalar? Bilim bunlara yanıt verebilir mi? Vermiş mi biz belki bilmiyoruz falan ve başladım araştırmaya. Araştırdıkça şaşırdım kafam karıştı, bu konuda bilim baya bir uğraşıyormuş ve yepyeni bulgular falan çıkıyormuş ortaya  kafam karıştı okudukça ve sonunda  çok kısa olarak özetlemem gerek diye düşündüm okuduklarımı.

Aslında   insanın  konuşma  işlevinden sorumlu FOX2 adlı bir gen varmış. Ve 1998 yılında ancak bu genin farkına varmış İngiliz bilim adamları. Konuşma bozukluğu olan İngiliz bir ailenin muayenesi esnasında bu genden haberdar olmuşlar. Biliyor muydunuz ben bilmiyordum. Bir İngiliz ailenin bireylerinin konuşma ve anlamada güçlük çekmesini araştıran bilim adamları bu sorunun  taşıdıkları FOX2 geninin anormal versiyonlarının neden olduğunu anlamış. (aa)

Netten aldığım bu bilgi ışığında söylenebilir mi bilmiyorum ama ben söylüyorum… Bu durumda. Çok konuşmakta ya da konuşmamakta bir FOX2 genin anormal versiyonundan kaynaklanıyor olabilir mi?

Şimdi çok konuşarak beni hayatımdan bezdirenlere bir teşekkür borcum var. Eğer bu gün bu yüzden çok muzdarip olmasaydım, konuşma geninin varlığından haberdar olmayacaktım ve bu geni bilim adamlarının fareler üzerinde denediklerinden de bilmeyecektim. Peki bu bilginin bana yararı ne olabilir? Tabiî ki daha az kızabilirim artık çok konuşanlara ve konuşmayanlara ve daha çok anlayışlı olabilirim ve kendimi sakinleştirmem içinde yararı olabilir bu bilginin.

Her türlü bilgi her koşulda yarar sağlar yaralanmak isteyene. Ve şaka bir yana çok konuşma ya da az konuşma bence bir FOX2 geninin çalışma bozukluğundan çok bir huy diye düşünüyorum. Ve biz insanlar sanıyorum kendimizi denetleyebiliriz eğer istersek. Ve özgürlüğünü elimize alabilir dilimizin. İşte o zaman  kimse bizden şikayetçi olmazdı. Yalnızca bir an bir saniye ben ne diyorum diye düşünebilsek.

Ve tam şu an eğer dilimin ipleri bende olmasaydı ve edindiğim bilgiler olmasaydı. Bir yangın yerine dönerdi mekanım sürekli yinelenen aynı şeylerden. Ancak ne edindiğim bilgiler ne de yeni gelişen anlayışım dudaklarımın mührünü gevşetemedi. Çünkü yine düşünüyorum ki, bazı konuşanlar kötülükten konuşuyor. Onlar kötü çünkü. Ve kötülük bir “gen” işi değil diye düşünüyorum. Yoksa onunda “gen”i var mı bir bakayım.

Biyoloji com.dan aldığım bilgilere göre “kötü” huy “gen”i de varmış işte of ya rahat, rahat kızamayacak mıyım? Araştırmacıların bulgularına göre bazı kişilerde kendilerini daha çok şiddete ve hırçınlığa yönlendiren bir genetik özellik var. Ancak, “kötü huy geni”nin aktif hale gelmesi için kişilerin çocukken ihmal edilmiş veya  kötü muamele görmüş olması gerekli.

Bilim adamlarının belirttiklerine göre davranış biçimi, genler ve çevre arasındaki son derece komplike ilişkilerin sonucu olarak ortaya çıkıyor. Dolayısıyla  bebeklerin, yaşları ilerledikçe kavgacılık risklerini arttırabilecek genetik mutasyonlar  açısından incelenmeleri gerekir.

Bilim adamlarının yapabileceği bir diğer şey ise gençlerde ve yetişkinlerde her an kavgaya, hücuma hazır olmak gibi bir riski azaltabilecek ilaçlar geliştirmektir.

Ve sevgili okuyucularım bu durumda yapılacak şey yok, genleri ile davranan insanlardan çekeceğim var. Çünkü yalnızca genlerinin egemenliğinde yaşayan insanlar için yapabileceğim hiçbir şey yok ve ben genlerimin dışına çıkıp sabra sığınıyorum bu da zorunlu bilgeliğin yolunu açıyor bana ve dudaklarımın mührünü yalnız bu bozabiliyor. Ve şimdi sağlık ve sevgiyle kalın sevgili okuyucularım. Yase

İlgili resim

Kıssa’dan Hisse

FARE İLE DEVE

Çok eskiden, kendini beğenmiş şımarık bir fare ile akıllı ve alçak gönüllü bir deve yaşardı. Bir gün karşılaşıp arkadaş oldular. Fare: “-Sana kılavuzluk etmeliyim!” dedi…”Yularından çekip istediğim yere götürmeliyim!…” Deve arkadaşının küstahça teklifine razı oldu. Bir süre gittikten sonra küçük bir dere kenarına ulaştılar. Devenin diz kapaklarına bile ulaşmayan su, Fare için uçsuz bucaksız bir deniz gibiydi… “-Ben buradan geçemem diye fısıldadı korkuyla…

Deve: “-Ne bekliyorsun?” diye çıkıştı. “Kılavuz önden gider, dal bakalım suya…” “-Ama…” diye kekeledi Fare, “görmüyor musun su çok derin?” Fare mahcup olmuş, boyundan büyük işlere giriştiği için kıpkırmızı kesilmişti… “-Sizin için küçük ama, bana göre çok büyük bir su…” diye inledi. “Ben artık kılavuz olmaktan vazgeçiyorum. Keşke daha önceden düşünseydim de boyumdan büyük işlere girişmeseydim.”

“-Evet” dedi Deve, yumuşak bir sesle… Herkes kendi haddini bilmeli ve asla aldatıcı gurura kapılmamalı…

Günün Şiiri

YENİDEN  HÜZÜNLE

İşte yine can sıkıntısı
bana bir şiir yazdıracak.
Tırnaklarım uzamış,
İçimde yaralı bir aşk.

İçimde yaralı bir aşk
ve  birkaç piyes ölüsü,
birkaç gözyaşı kırıntısı,
intihar gelgiti birkaç.

Sırtüstü uzandım dünyaya,
odamın ampülüne bakıyordum,
ampulün bağlı olduğu borunun
tavanda kıvrılışına.

Tavanda kıvrılışına
birkaç damla gözyaşının
birkaç damla tentürdiyot,
kalbim ağrıyordu, bir yaz-
günü düştüm sokaklara,
karanlık sokaklara düştüm,
bir yaz gecesiydi galiba,
ürpererek indikçe bayırlardan,
kimsesiz ve boş alanlara,
çaresiz, bomboş bir cesettim,
bir suyla dolu bir kova
olarak kalmışım dünyada.
Herkes kim bilir nerdedir-
şimdi? sevgilim…Kim bilir-
nerdesin?
Kalbim -ki bir gün durur-
var mıydı acaba?
Ölümü ve tuzlu
fıstıkları unutmadım,
bayat tuzlu fıstıkları.
Sarhoşlar kusardı bir de
ben varken orda. Dünya’da.
1965 yılında.
Bir savaş ve hüzün korkusuyla
kahvelere dolardı insanlar
Sevgilim! Sevgilim!
“Kanayan yerim benim”
çürük yumurta, bayat pastırma
ve
bamya yenilen bir lokantada
mareşal fevzi çakmak, koca yusuf
dünya güzeli fatma
dostumdular.
Ben o şehirde yalnızdım
bunu kimseler bilemez
gidip gidip rıhtıma
dururdum.
Kör bir dilenci vardı, o da-
dostumdu, beni-
evlendirmek isterdi kızıyla.
Ben içimde bir acıyla
boyna bir resim yapardım.
Sarı kurdeleli kızlara-
hikayeler anlatırdım hatta
uzak dünyalar ve
albert aynştayn hakkında.
Onlar
uzun uzun susarlardı.
Güzelim kızlari Hürriyet-
gaztesi okurlardı
Ses ve Hafta.

Her şey o kadar birbirinin
aynıydı, hayat-
akıp gidiyordu sıkıntıyla.
Domino taşlarına ve
bir nehrin akışına benzeyen
cesur ve genç hayat. Akıp giden.
Kitapçı vitrinlerini
ve
alanları hızla eskiten-
hayat, bazen-
beni heyecanlandırırdı.
Yağmurlu, ıhlamur ağaçlı bir yolda
kocaman, eflatun, bir güneş
tıkanırdı gırtlağıma
onu karnıma sokardım.
Güneşi, göğsüme ve karnıma.
Akşam-
beni bulurdu bir koyda.
Kırlara doğru
koşardım bir bağırtıyla.
Az önce ıslanmış kırlara,
serin ve bereketli,
her zaman bağışlayan,
o taze, ve hüzün-
anası kırlara…

Sevgilim! Sevgilim
Gece-
yürüyor,
Dünya-
yürüyor ordularla.
Kitaplarla ve matbaacı-
çıraklarıyla. İçimde-
bir dağ çeşmesi akıyor…
Sabah oldu oluyor anında-
eski, külüstür, kömür-
yüklü sarı bir kamyonla
yanında durmuştuk, orman-
battaniyeliydi hala.
Bir hastane odasında-
sabaha karşı, yaralı-
bir onbaşı gibi uyuyordu.
Sabaha-
karşı bir hastane odasında-
aklıma çanlar geliyor.
Bir adam-
kesik çocuk başları satıyor.
Yeniden
hüzünle başlıyorum bir
romana…

1965 (Bir Gün Mutlaka)

Ataol BEHRAMOĞLU

Günün Sözü

Başkalarının bahtiyarlığına imrenme. Çok kimseler var ki, senin hayatına gıbta ediyorlar.
Hz. Mevlâna

CEVAPLA

Please enter your comment!
Please enter your name here