Hüzün Artı Sevinç…

0
127

Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız? Bu bir pazartesi yazısı olacağı için, bütün kaza, ölüm, kavga haberlerini bir kenara bırakıp neşeli şeylerden söz etmek istiyorum. Büyükler derlerdi ki “sevinci kaçırma, hüzün, zaten kapıda…” Ve biz aslında hüzün içinde yaşarken kendi yalnızlığımızda ve sokaktaki kalabalıkta, mutluluk kırıntılarını abartıp, abartıp yaşamak isteriz, sanki hüzün bize hiç uğramamış gibi! Oysa hüzün yüreğimizin sahibidir, sevinçle iki sevgili gibiyseler de, yüreği ortak kullanıyorlar gibi görünseler de, egemen olan hüzündür… Hüzün yaşanması gereken bir gerçektir, bazen içinde gömülüp kalmak, şefkatli bir annenin göğsünde yağmurlu, soğuk ve karanlık gecede sımsıcak uyumak gibidir… Ya da, kitap kokuları arasında kendinden geçmek!!! (hadi yaa?!)

Oysa sevinç, cılız, beslenmeye muhtaç bir çocuk gibidir, bazen utançla bize uğrayan, kuşkuyla yüzümüze bakan “girmesem mi acaba, beni kabul ederler mi” diye düşünen. Valla doğru. Bazen onu hiç görmeyiz bile, tembel, içe dönük hüznü yaşarken annemizin göğsünde! Oysa o bütün cılızlığına rağmen gülümsememizdir çağrıyı bekleyen dudaklarımızda, o yer çekimini yok edendir ayağımızın altından. O cılız beslenmeye muhtaç olan, aslında, kaçmaya hazır bir ceylandır. Ürkek ve zarif, soylu ve güzel… Aslında, aslında o büyücüdür! İşte onu, kapıya dayandığında hemen içeri almak gerek. Yoksa kaçıp gitmesi işten bile değildir.

Ve büyüklerin işte söylemek istediği de budur. Bizim yaşmak istediğimizde… Tabi hüzünden kurtulabilirsek, kopabilirsek sıcak karanlığından…

İşte böyleyiz bu günlerde, hem hüzünlü, hem ceylan avcısı yeri geldiğinde, karanlıkta acı çeken, yeri geldiğinde sonuna dek ceylanın dağlardaki serüvenine ortak olan.

Ve işte biz bu haftayı hem hüzünlü hem neşeli geçirdik.. Ancak yorulduk, çünkü hüzünlü olmak daha kolaydır sevinci yaşamaktan ya? Sanki mazoşist yaratılmışız.

Ve sevgili okuyucularım, neşeli şeyler yazmaya devam etmek istiyorum ama hüzün ağır basıyor ve şimdilik sağlıkla, sevgiyle kalalım demek istiyorum, ayrımsız gayrımsız, her zaman hep birlikte. Yase

& & & & &

Dizimdeki Yara İzleri

Yaşı yeterince olgun olanlar hatırlarlar. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, çok güzel bir ülkede mahalleler varmış. Bu mahallelerin çocukları birbirlerini çok severlermiş. Dışarıdan gelen parolalı bir ıslığa, uçarak aşağı iner, beraber olacakları anları iple çekerlermiş. Kavga etseler de kin tutmaz, her gün yeniden dünyalar kurarlarmış. Herkeste paylaşma duygusu, sevgi ve arkadaşlarını kollama duygusu yavaş yavaş gelişirmiş.

O zamanlar çocuklar okula servis ile değil, köşe başında buluşarak giderlermiş. Onların yolunu gözlememiş evdeki bilgisayar, şehrin en iyi dershanesi, hazırlık kursları. Bilmezlermiş hamburgeri, MTV’yi, İnterneti, Cep telefonunu, Tetrisi, Nintendoyu… Bilirlermiş duvarların üzerinde sohbet etmeyi, hatıra defterleri doldurup sevgileri keşfetmeyi. Bilirlermiş horoz şekercisini, elleri kirli macuncunun tornavida ile koyduğu rengarenk macunları. Eve gitmeyi unutmayı, hava kararınca dayak yemeyi, sonra bir ıslıkla tekrar aşağıya kukalı saklambaca kaçmayı.

Bilirlermiş o hakkında türlü şeyler söylenen evdeki garip adamdan korkmayı, küsmeyi, aynı kıza asılmayı, torbalarla misket toplamayı, gıcır köstek ayırmayı, değiş tokuş, kaybedince kapişi, Teksas’ı, Tommiks’i, Konyakçi’nin dişlerini… İç içe konan naylon topları, taştan kale direklerini. Üç korner bir penaltıyı. Üzerine apartman yapılan top sahalarını, sonra o apartmana taşınan yeni dostları ve onları kapma yarışını… Otobüsteki biletçinin lastik silgi sarılı kalemini, yoğurtçuyu, kalaycıyı, hallacı..

Evlerin arkasındaki odun kömür depolarını. Yakar topun yakısını. Mantarlı gazoz kapaklarını, yaldız kazımayı. Yandaki mahalle ile alınan kavgayı, her kavganın çıkardığı kahramanı ödleği. Kan kardeşliğini, ip atlama, lastiğe basma, topaç virtüözlüğünü, çelik çomağı, kırılan camları, toplanan paraları.. Açık hava sinemalarını, frigo buzu…

Sonra zamanla bu güzel ülkede durumlar değişmeye başlamış. Yaşlar ilerledikçe bu birliktelik, koruma kollama duyguları bu mahallenin çocuklarının başlarına çok isler açmış. Daha sonra işsizlik, hayat pahalılığı, enflasyon, köseyi dönme, adamını bulma, mali götürme falan derken, herkes yüzünde soluk bir bakış, içinde hayatin yenilgisi, çaresizlikleri, tatminsizlikleri ile baş başa kalmış. Çocukları mı? Çocukları şimdi koca koca apartmanların arasında, nefes alınmaz bir havada, evlerinde, sanal bir dünyada, emniyet içinde ve yalnız yaşıyorlar. Anneleri babaları onları çok seviyor. Beta kapmasınlar diye kalabalık ortamlara hiç sokmuyor. Hafta sonları hep beraber Karum ya da Galleria’dalar. Okul servisleri çocukları neredeyse yataklarından alıyor. Çocuklar trafik kaygısıyla köşedeki markete dahi gönderilmiyor. Babalar şirketlerin bilançolarını, çocuklar da dershane reytinglerini izliyorlar. Hepsi birer test uzmanı, sayısal-sözel yuvarlanıp gidiyorlar.

Seksek oynamayı değil ama taban puanları çok iyi biliyorlar. Hayata açılan pencereleri; Windows 95, 98… Onlar ekrana, ekran onlara bakıyor ve koca bir hayat dışarıda akıp gidiyor… Ve şehrin dışında ağaçlar; tırmanacak, salıncak kuracak, kalp kazıyacak mahalle çocuklarını bekliyor. Paylaşmayan, yalnız, bencil, kafesler içinde, gürbüz, güvendeki çocukları… Hiç sopa yememiş, ağaçtan düşmemiş, topu yandaki bahçeye kaçmamış, dizlerinde yara kabukları olmamış çocukları… Can Yücel

Günün Şiiri

Ey Özgürlük

Okulda defterime, sırama ağaçlara, yazarım adını

Okunmuş yapraklara, bembeyaz sayfalara yazarım adını

Yaldızlı imgelere, toplara tüfeklere, kralların tacına

En güzel gecelere, günün ak ekmeğine, yazarım adını

Tarlalara ve ufka, kuşların kanadına,

Gölgede değirmene yazarım.

Uyanmış patikaya, serilip giden yola,

Hınca hınç meydanlara adını ey Özgürlük.

 

Kapımın eşiğine, kabıma kacağıma, içindeki aleve,

Canların oyununa, uyanık dudaklara yazarım adını.

Yıkılmış evlerime, sönmüş fenerlerime, derdimin duvarına,

Arzu duymaz yokluğa, çırçıplak yalnızlığa, yazarım adını.

Geri gelen sağlığa, geçen her tehlikeye,

Yazarım ben adını, yazarım.

Bir sözün coşkusuyla, dönüyorum hayata,

Senin için doğmuşum, haykırmaya.

Ey özgürlük!

Zülfü LİVANELİ

Kaldırımlar

Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında;

Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum.

Yolumun karanlığa saplanan noktasında,

Sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum.

 

Kara gökler kül rengi bulutlarla kapanık;

Evlerin bacasını kolluyor yıldırımlar.

İn cin uykuda, yalnız iki yoldaş uyanık.

Biri benim, biri de serseri kaldırımlar.

 

İçimde damla damla bir korku birikiyor;

Sanıyorum, her sokak başını kesmiş devler…

Üstüme camlarını, hep simsiyah, dikiyor;

Gözüne mil çekilmiş bir ama gibi evler.

 

Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi;

Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır.

Kaldırımlar, duyulur, ses kesilince sesi;

Kaldırımlar, içimde kıvrılan bir lisandır.

 

Bana düşmez can vermek, yumuşak bir kucakta;

Ben bu kaldırımların emzirdiği çocuğum!

Aman, sabah olmasın, bu karanlık sokakta;

Bu karanlık sokakta bitmesin yolculuğum!

 

Ben gideyim, yol gitsin, ben gideyim, yol gitsin;

İki yanımdan aksın, bir sel gibi fenerler.

Tak, tak, ayak sesimi aç köpekler işitsin;

Yolumun zafer takı, gölgeden taş kemerler.

 

Ne sabahı göreyim, ne sabah görüneyim;

Gündüzler size kalsın, verin karanlıkları!

Islak bir yorgan gibi, sımsıkı bürüneyim;

Örtün, üstüme örtün, serin karanlıkları.

 

Uzanıverse gövdem, taşlara boydan boya;

Alsa buz gibi taşlar alnımdan bu ateşi.

Dalıp, sokaklar kadar esrarlı bir kuyuya,

Ölse, kaldırımların kara sevdalı eşi..

Necip Fazıl KISAKÜREK

Günün Fıkrası

Kanca

Bir liman barında bir denizci ve bir korsan sohbet etmekte ve karşılıklı maceralarını anlatmaktadırlar. Korsanın tahta bacağını, elindeki kancayı ve bir gözünü kapatan bandı fark eden denizci sorar: “Eee, bacağını nasıl kaybettin?”

Korsan anlatır: “Denizin ortasında fırtınaya yakalanmıştık. Dev bir dalga beni güverteden aldı götürdü. Adamlarım beni gemiye çekerken bir grup köpek baliği ortaya çıktı ve aralarından biri bacağımı koparıverdi.”

“Korkunç…” diye sızlandı denizci. “Peki, o kanca nedir?” “Aaa…” diye devam etti korsan, “bir ticaret gemisine borda etmiştik, tabancalar patlıyordu, kılıçlar sakırdıyordu. O kargaşada elim koptu gitti… Kimin yaptığını göremedim bile..”

“Aman Tanrım.. Dehşet verici bir şey bu… Peki, gözünün üstündeki bant nedir?”

“Bir martı geldi ve gözümün üstüne pisledi…” diye cevap verir korsan. “Yani gözünü bir kus pisliği mi kör etti?” diye merakla sorar denizci… “Ama nasıl olur?”

Korsan gayet sakin anlatır: “Kancayı taktıkları ilk gündü, tamam mı?”

Günün Sözü
Çevrelerine uymak için kendilerini yontanlar, tükenip giderler.