“Kelimelerin mekansal alanından hareketle yöneldiğimizde, zamanla birlikte zihinsel hacimde açığa çıkan anlayış tümlüğünün adıdır kavram” tanımı sonrasında, “mekanı yaklaşık dokuz aydır okul olan çocuklarımız için hafta sonu zamanda tatil başlıyor!” cümlesiyle başlamıştım bu haftanın yazısına.. Ve fakat bir türlü son halini vermemem nedeniyle gecikti yazı.. İlyas Bey’e telefonla ilettim bu durumu.. Cumartesi günü daha fazla geciktirmeden getirme sözüyle birlikte elbette..
Yazıya son şeklini vermek için geçtim bilgisayarın başına.. İlk düzeltmeyi yaparken, yazının içeriğinden bahsettiğim öğretmen arkadaşım Derviş Bey’in, “sosyal medyadan” Sadık Bey’in “çevreden, ağaçtan bahset” önerileriyle birlikte Kerim Bey’in, “Kapitalist sistemde, çevrenin de ağacın da kâr edilecek bir metadan öte anlamı yoktur. Kapitalizm, gölgesini satamadığı ağacı keser!” sözü geldi aklıma.. Önerilere ve söze yazının kurgusu içinde nasıl yer bulabilirim diye düşünürken, zihnimde; “sosyal ve fiziki çevre” üzerinde “eleştirel” yeni bir yazının tohumu düştü.. Yeni yazıya; “Derslik denilince her ne kadar dört beton duvar gelse de gözlerimizin önüne; okul denilince öğrencilerimizin ağaçlarını sobelediği bir de bahçe arar bakışlarımız” cümleleriyle giriş yaptım..
Düşünce atmosferimde yeşeren söz konusu bu yazıda; fiziki ve sosyal çevrenin biçimsel tümlüğünü estetiğin konusu olarak ele alabilir ve “güzel” kavramını çevremizde ne ölçüde görebildiğimizin eleştirisini yapabilirdim.. Yazının içeriksel tümlüğü de etiğin konusu olabilirdi.. Buradan da “iyiyi” çevremizde ne ölçüde duyumsayabildiğimizin eleştirisini yapabilirdim.. İyi, güzel de, peki; düşündüğüm “etik ve estetik” tasarımlı eleştirel yazının mantığı yok muydu? Vardı fakat, Kerim Bey’in etiksel açıdan estetiksel bir üslupla dile getirdiği; “Kapitalizm, gölgesini satamadığı ağacı keser!” sözünün sermaye açısından bir mantığı olsa da, insanı esas alan fiziki ve sosyal çevre açısından bir mantığı yoktu.. Bunun üzerine tasarladığım yazının “etik ve estetik” içeriğine “insani duyarlıklı çevre mantığını da” katarak yeniden kurgulamaya başladım.. Yazmayı düşündüğüm “eleştirel” yazıda, “Kapitalizm, gölgesini satamadığı ağacı keser!” cümlesi, sonuç bildiren bir paragrafın başlangıcında, bir yergi cümlesi olarak yer alabilirdi.. Fakat her ne kadar eleştirel anlamda olumsuz bir yargı bildirse de, aslında bu cümle; sonuç değil, olumsuz yargıları önleyecek bir neden cümlesiydi.. Bu nedenle başlangıç paragrafına daha uygun olabilirdi.. Lakin, başlangıç paragrafında yer alması da uygun değildi.. Çünkü, cümledeki yergi içerikli olumsuz yargının, yazının bitimine kadar bir ön yargıya dönüşebilirlik ihtimali söz konusuydu.. Ne yapmalıydım? Etik, estetik ve mantık kavramlarına, zaman ve mekan kavramlarını da katarak “asimetrik paralel” düşünmeye başladım..
Celal Aydın, Sosyal Bilimler kitabında; “Bir kavramın sadece zihindeki bireyleri dikkate alınarak anlamlandırılmasında neliği (mahiyeti) zihin dışındaki bireyleri dikkate alınarak anlamlandırılmasında ise gerçekliği açığa çıkar” diyor ve ekliyordu: “Örneğin insan, ağaç kavramlarının hem neliği hem de gerçekliği vardır.” (s.753, Doğan Y. Ankara 1995)
Her şey bir zaman ve uzay ortamı içinde geçiyordu.. Ve o ortamın etkisi altında bir anlam kazanıyordu.. Beyaz zemin üzerinde gri bir şekil, siyah bir zemin üzerindeki gri şekilden daha kolay algılanıyordu.. Zaman bakımından yan yana ya da arka arkaya gelen olaylar da birbirini etkiliyordu.. Örneğin, sıcak sudan çıkan elimize ılık su soğuk su gibi geldiği halde, aynı ılık su; buzlu sudan çıkan elimize sıcak gelebiliyordu.. Bütünü görmek gerekiyordu.. Bütün: parçalar arası dinamik ilişkilerden oluşmuş bir biçim ve bağımsız olguydu.. Bu olguyu zaman yer ve uzay içerisinde her an görmek mümkündü.. Bir mimari yapı onu oluşturan tuğla, duvar, çatı gibi çeşitli özelliklerinin toplamından daha farklıydı.. Kaldı ki, “Gecikmiş Bir Çevre Günü” başlıklı yazının bütünsel algısı da, onu oluşturan harf ya da sözcüklerin toplamından farklıydı.. Etik ve estetik duyumlar zamanla ve mekanla değişiyordu.. Mantıksal algılar ise, zamanı ve mekanı da değiştirerek değişiyordu.. Ne diyordu bilge Heraklit? “Her şey değişir!”
Kurguladığım yazının tam da burasında acaba “havadan sudan bahsediyormuşum gibi algılanabilir mi” kuşkusu düştü içime.. Sıcak yaz günlerinin içindeydik.. Dünyamız da küresel ısınmanın etkisindeydi.. Artan “buharlaşma” nedeniyle bir yandan su yoksulluğu, diğer yandan zengin su taşkınları yaşanmaktaydı.. Böyle günlerde “havadan sudan” söz etmeyeceksek ne zaman söz edecektik.. Ve fakat kimileri, havadan sudan söz etmeyi suya sabuna dokunmamak anlamında yorumlamıyor da değildi.. İyi de, suya sabuna dokunmadan küresel sıcak günlerin getirisi su kaybından veya boğucu ter kokusuyla baygın düşmekten nasıl kurtulabiliriz ki? Bu soruya yanıt anlamında ben; eskimeyen eskilerin “üslubu beyan, ayniyle insan / beyandaki üslup insanın aynasıdır” zarif dilinden hareketle; Celal Vardar’ın üç dizelik, “Suya dokunmazmış, Sabuna dokunmazmış, Pise bak!” şiirini okuyarak nefes aldığımı söyleyebilirim.. Yazıyı, nefes aldığım yerden yeniden kurgulamaya geçmeden, fiziki ve sosyal çevreyle ilgili özgürlük bilincimizin ifadesi anlamında Nazım’ın, “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine” dizelerindeki hasretle bitirmek istiyorum.. Şiirle kalın..
Selam ve saygılar…