Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Bu sabah 67 yıldan bir gün aldık bile 68’e doğru yolumuz. Sizlerin desteği ile kuşkusuz. Biz çizgimizden ödün vermeden yol aldık sizde çizgimize saygı gösterdiniz, destek verdiniz, bizde bu yolda birlikte yürümeye devam ediyoruz Allah’ın izni ile.
Çok şükür esen her rüzgarla eğilip bükülmedik. Kimseye ödün vermedik, kimseden gebe kalmadık… Her zaman insana yalnızca insana önem verdik. Ne milliyet gözettik ne de inanç, bizi insani bölümü ilgilendiriyor her zaman her şeyin. Yaşamımız boyunca gazete olarak ne taraf olduk ne de bertaraf… Her zaman tarafsız ve yalın olmaya gayret ettik… Doğru haber alma, iletme özgürlüğünü savunduk. Yanlış yaptığımızda özür dilemeyi bildik. Bize yanlış yapıldığında hakkımızı savunmayı da… Yazılarımızı hiçbir zaman silah olarak kullanmadık her zaman yerimizin ve misyonumuzun ayrımında olmaya çalıştık. Ve ilkelerimizden ödün vermemeye…
Ve siz sevgili okuyucularımız bizi böyle bildiniz ve desteğinizi esirgemediniz. Rızkullah babanın dediğine göre 20 bin adet gazete (bugün 20.000’ci Sayımız) basmış olacağız. Bu öyle kolay bir şey mi? Eğer bizim çizgimiz ve sizin desteğiniz olmasa biz bu sayıya gelebilir miydik? Bütün okuyucularımıza ben denizde burada bir kez daha teşekkürlerimizi sunmak istiyorum gazetem adına. Şu an gazetemizde kutlamalar canlı skor coşkuyla devam ediyordur. Doğrusu ışınlanıp orda olmak isterdim ancak daha ışınlanmıyoruz ne yazık ki? Ve sevgili okuyucularım iyi ki varsınız biz sizinle varız ve olmaya devam edeceğiz…
Ve şimdilik sağlık ve sevgiyle hep birlikte kalmaya devam edelim diyorum… Yase
& & & & &
Buyurun Sultanın İftar Sofrasına
Sultan Abdülmecit’le Abdülaziz’in ablası olan Âdile Sultan; okumuş, yazmış, gayet zeki, iyi bir şair, kâtip ve yazısı güzel bir sultandır. Kaptanı Derya Mehmet Ali Paşa ile mutlu bir evlilik yapar, öyle ki, “Ben kocamla iftihar etmekteyim” der ve bu sözlerini her mecliste söylemekten çekinmez. Çok geçmeden bu mutlu çiftin Hayriye adında bir kızları dünyaya gelir. Mehmet Ali Paşa daha sonraları sadrazam olacak, ama çiftin mutlu evliliği ciddi kayıplarla yüzleşecektir. Çok geçmeden Adile Sultan önce kocasını, ardından da biricik kızını kaybeder. Bu acılara sabreden sultan, artık kendini bir kat daha iyilik etmeye vermiştir. Silivrikapı’da hâlâ duran “Bâlâ” adlı tekkeyi baştan başa tamir ettirmiş, bir imaret yeri açtırmıştır. Her sene muharrem ayında kazanlarla aşureler pişirterek fukaraya ve civar mahallelere dağıttırır. Perşembepazarı’nda Arap Camii’ni yeniden inşa ettirip, yanına şadırvan ve mektep yaptırır. Medine’de yaptırdığı sebilhânenin giderlerini karşılamak üzere; arsa, fırın, sebil, kahvehane, dükkan, mağaza, değirmen, dokuz kagir menzil, bir hurma bahçesi, on dört oda, sofadan oluşan bir ribat, boş araziler vakfeder. Ayrıca, Eyüp, Galata, Dudullu ve civarında çok sayıda müstakil bina, ev, mağaza ve arazi gibi çok sayıda taşınmaz malını da hayır işler için bağışlar. Nakit olarak verdiği paraların İstanbul’un yoksullarına dağıtılması ise çok olağan vakalardandır.
İhtişamlı İftar Sofraları
Kardeşlerinin vefatına kadar Âdile Sultan Sarayı bir ramazan boyu misafirlerle dolar ve benzeri saraylarda görülmeyen bir ihtişam ile meşhur ve malûmdur. Yemekler mücevherli sahanlarda verilir ve ramazanın ilk iftarına Hanedanı Âli Osman’a mensup bütün sultanların gelmesi adettir. Bu usul İkinci Abdülhamid saltanatının ilk senelerine kadar devam eder. Bu iftarın özelliği yalnız mücevherli takım taklavatında değil, yemeklerin yapılışındadır. Emektar ve işgüzar saraylı kadınların en meşhurları iç mutfağa sokulur, ince ve nadide yemekler hazırlatılır. Emîr dolmaları, piliçli muluhiyyeler; kaymaklı tepsi börekleri ve benzeri yemeklerin haremde yapılması adettir. İftar zemzemle bozulur bozulmaz, müezzinler derhal kamet getirir, imam yerine gider, akşam namazı eda edilir. Büyük sofralar paravanlarla ayrılır, harem ağaları, kalfalar, halayıklar, uşaklar misafirlerin arkasından namaza dururlar. Sultanın iki imamı, bir hayli müezzini vardı ki bunların sesleri birbirinden güzel ve tesirlidir. Namaz biter bitmez gümüş tepsiler içindeki billur kadehlerle şerbetler, şuruplar ve bir kat daha serinlik verici diş kiralarının dağıtılması asla ihmal edilmez.
Fukaranın Hakkını Gözetirdi
Sarayın halkından ve kalabalığından çok dışarıdaki fukarayı yedirmek ve giydirmek için bir hayli para harcayan Adile Sultan tahsisatını hemen hemen borç edercesine sarf eder, fakat kardeşleri zamanında maaşlarını herkes muntazaman aldığı için hazinesi dengesizlik çekmez. Fukarasını kendisinden fazla düşünen Âdile Sultan, “Benim kimsem kalmadı; ölümümden sonra mallarım hazineye gidip çürüyeceğine satılsın, açıklarımız kapatılsın, düzenimiz bozulmasın, fukaramız mahzun olmasın. Fazla gümüş takımlar, mücevherli sahanlar ve antika takımların getireceği para epeyce eder, bunlar satılsın” der; lâzım gelenlere ve bilhassa huzuruna çağırarak kâhyasına uzun uzun emirler verir. Bu emirler karşısında bir süreliğine tereddüde düşen kâhyasına, “Bu servet milletin sayesindedir. Allahü teâlâ, fukarasına elimizden geldiği kadar bakmamızı emrediyor, tereddüde mahal yoktur” der ve elinde lüzumsuz ne varsa satıp fukaraya bağışlar.
Senelerce saraydan çıkmayan Âdile Sultan, sekseni geçen yaşlılığında karyolasından kalkacak mecali yoktur, devamlı oturmayı yeğler, yemeğini bile oracıkta yer, ancak namaz vakitleri bu yerinden kalkar. Pirifaniliğin de verdiği yorgunluk haliyle sultan, gece gündüz uyur, çevresindekilere de; “Aman beni avutun, masal söyleyin, ninni söyleyin. Ne yaparsanız yapın, uyutun; kızımı, kocamı rüyada göreyim” der.
Çok sevdiği eşi ve yitirdiği evladının acısıyla yanan Âdile Sultan, nihayet Bağlarbaşı’ndaki Validebağ Sarayı’nda 1898’de vefat eder. İstanbul Eyüp’te, Bostan İskelesi yakınındaki türbesine defnedilir.
Dini Kaidelere Riayet Ederler
İstanbul’da Arabî ayların dokuzuncusu olan ve Müslümanların oruç tuttukları ramazan ayında bulunduğum için her akşam yazmaya değer bir sahne gördüm. Bütün ramazan boyunca Türklere güneşin doğuşuyla batışı arasında yemek yemek, su içmek, tütün içmek yasaktır. Hemen herkes bütün gece boyunca bol bol yiyip içer ama güneş görünür görünmez, dini kaideye riayet ederler ve kimse bunu alenen ihlâl etmez.
Güneş dağların arkasında yarı yarıyadan fazla kaybolunca nevalelerini büyük bir zevk ve heyecanla hazırlamaya başladılar. İnce bir ışık kavisinden başka bir şey görünmeyince, top patlar ve aynı anda binlerce evde, kahvelerde, dükkanlarda sabırla bekleyen Müslümanlar ilk lokmalarıyla oruçlarını açarlar.
Edmondo De Amicis -1874, Constantinopoli” adlı eserinden…
Türkiye Gazetesi’nde yayınlanan, Tolgay Uslubaş tarafından hazırlanan “Ramazan Günlüğü” bölümünden alıntılar yapılarak hazırlanmıştır. 01 Ekim 2006.
& & & & &
Ramazanda Nasılsın?
Ramazan günlerinde birbirlerine rastlayanların, birbirlerine sordukları soru aynıydı; “Ramazanla nasılsın?” Bu soruya çeşit ,çeşit cevap verilirdi.
Bektaşîye sormuşlar: “Ramazanla nasılsın?” Cevap vermiş: “Pekiyiyiz erenler, ne fakir mübareği incitiyorum, ne de o fakire dokunuyor”
Ramazanın on beşinden sonra iftar başlardı. Öyle konaklar vardı ki kapıları, ardına kadar açılırdı. Her giren, kendine layık gördüğü sofraya otururdu. Yemekten sonra da diş kirası denen, az çok bir para ile çıkılırdı bu konaklardan. Bektaşî, olacak bu ya, bir hocayla aynı sofrada iftar etmiş. Ev sahibi rint bir adammış. İftardan sonra kahveler içilmiş, sohbet başlamış. Bektaşî’ye sormuşlar, erenler demiş, dem alır mısın?
Bektaşi “Eyvallah!” demiş
Hocaya da aynı soruları sormuş. Hoca, her soruyu mücevvet bir “Estağfurullah!”la karşılamış. Vakit gelmiş, çıkmışlar. Çıkarken de haznedar yamağı, ikisine de atlas kese içinde diş kirasını sunmuş. Bektaşî gene bir eyvallah bastırıp keseyi, şalvarının cebine yerleştirmiş. Yolda, hoca dayanamamış, keseyi açmış, bir de ne görsün? İçinde bir metelik, boynunu bükmüş, yatıyor. Hemen koşmuş, Bektaşî’yi yakalamış. Sana ne verdiler demiş. Bektaşî, vallahi daha bakmadım demiş. Aman, bir bak demiş hoca. Bektaşî keseyi açmış, içinde bir altın. Hoca, yanlış oldu demiş, dönelim. Dönmüşler. Soru, sual; bilen yok. Sonucu, ev sahibine çıkmışlar. Hoca, bir yanlışlık olmuş demiş; nasıl olur, bu zındık herife bir altın, daîlerine bir metelik?
Ev sahibi, yanlış değil hocam demiş, onun masrafına bir altın bile yetmez, sense bir metelikle pekala gününü gün edersin.
İftar deyip geçmeyin; o iftar sofrasında, hem de iftariye olarak neler yoktu? İnsan onlarla doyardı da yemekler artınca şaşmaz hükmünü verirdi: -Mübarek, bereket ayı vesselam.
İftariyeden sonra çorba, et, sebze, börek, sütlaç, yahut muhallebi, iki tatlının arasını ayırmak için araya giren pilav, derken baklava, yahut bir hamur tatlısı, yahut da kaymaklı güllaç. Bu verdiğim liste, her konakta, her konak yavrusu evdeki liste. Öylesine iftarlar olurdu ki yemeklerin ardı arkası bir türlü kesilmezdi. İnsan, Hocanın dediği gibi Yarabbi derdi, ya midemi geniştir, ya Nail’imi yetiştir. Sanki on bir ayın bir sultanı, on bir aylık yiyeceği, tatlısıyla, tuzlusuyla, etlisiyle, sütlüsüyle, çeşit çeşit, bir araya getirir de bir bir, fakat birden sunardı insana.
İftardan sonra sade kahveler, derken teravih. Teravihi hatimle kıldıran imamlar vardı. Cemaat birinci secdeden kalkmadan ikinci rekatı bitiren imamlar vardı. Bahariye Mevlevihanesinin imamı (Hafız Zındık da derlerdi), Karagöz’e gideceği geceler otuz üç rekat namazı on beş dakikaya sığdırıverirdi. Büyük konaklara imamlar tutulur, teravih, konağın salonunda kılınırdı. Bu da ramazanın bir başka şerefiydi.
Teravihten çıkıldıktan sonra herkese, meşrebince bir seyran vardı. Kimisi mahya seyrederdi. Gerçekten de bu, zevkine doyum olmaz bir seyirdi. Usta mahyacılar, ramazanın on beş gecesi, iki minarenin arasını kandillerden yazılarla bezerlerdi. İlk günlerde “Merhaba”, “Hoş geldin”, derken ayetler, hadisler. On beşinden sonra resim başlardı. Gül, karanfil lale… Yirmi yedinci gece ve bazı camilerde bayram gecesi, minareye kaftan giydirilirdi. Yani külahından şerefesine kadar dizi-dizi kandilden duvağa bürünürdü minare.
Mahya seyretmeyenler yahut seyrine doyanlar. Karagöz’e, orta oyununa, meddaha, o zaman modern sayılan kuklaya giderlerdi. Gönül avcılarıysa Direklerarası’ndaki seyrana katılırlar, teravihten çıkan dilberlere, mevsimine göre lale, gül, mevsimine göre şeker atarlar, lavanta sıkarlar, göz süzerler, iç çekerler, harf atarak gönül eğlerlerdi. Bu arada, içlerinde… Zenci bacıdan şemsiye yiyenler de olurdu.
Bu âlemler sahura kadar sürer, sahur vakti evlere gidilir, hazır sofraya oturulur, yemekten sonra sigara üstüne sigara içilir, yatılırdı. Meşhurdur; bir Bektaşî iftara gitmiş. Ev sahibi, erenlerin sohbetinden pek hoşlanmış. Sahuru da edelim sultanım demiş. Zaten dem vakti geçtiği için Bektaşi, eyvallah demiş. Yemişler, içmişler, bu vakit gidilir mi, sabah gidersin demiş ev sahibi. Yatmışlar. Gece uykusu zaten hak vere, tabiî ertesi gün öğleüstü uyanmışlar. Efendinin huzuruna girip diş kirasını alarak yola revan olmak isteyen Bektaşîye ev sahibi. Erenler demiş, zaten gün yarılandı, bu akşam da mihman ol. Bektaşî, çaresiz razı olmuş. Öğleden sonra beraber çıkmışlar. Bu cami senin, o cami benim; akşamı etmişler. Akşam, yemek biter bitmez Bektaşî, kahveyi bile içmeden Sultanım demiş, fakire destur. Efendi ısrar etmişse de imkânı yok. Erenler mangırı alıp dışarıya fırlamış. Ondan ötesi ehline malum… Ramazandan sonra bir mecliste hocanın biri, ah ah diye hayıflanmış; nasılsa demiş, bu mübarek ramazanın bir gününü kaçırdım. Bektaşi hemen atılmış, demiş ki: “Hayıflanma hocam, zayi olmadı. Senin o kaçırdığın günü nasılsa ben tuttum.”
Ramazanın on beşine kadar yokuş, on beşinden sonra iniş denirdi. İftar vermeler, iftara gidişler, bu gece ne yapalım, sahura ne hazırlayalım gibi kaygılar, yirmi bir, yirmi yedi. Derken hatim. Bu arada Eyüp Sultanda iftar, herhangi bir dergaha gidiş, yahut Hırka-i Saadet ziyareti. Nihayet arife gelir çatardı. Mahyacı, o gece ya “El-firak” yazardı, ya “El-veda” yahut da bir top arabası resmi yapardı, namludan çıkmış mermiyi de kırmızı kandille gösterirdi, ay da biterdi.
Abdülbaki Gölpınarlı – Ramazan Geldi Hoş Geldi, 1962
Sağlık ve sevgiyle kalalım sevgili okuyucularım… Yase